Türkiye Çağdaş Sanatının Yükselen Yıldızı Fotoğraf
Dünya çağdaş sanat ortamında fotoğraf temelli işler 1980’lerden itibaren sıkça görülmeye başlanmıştı. Bu sürecin etkilerinin Türkiye çağdaş sanat ortamına ulaşması ise 2000’li yılları buldu ve gittikçe artan bir biçimde fotoğraf, çağdaş sanat sergilerinde ağırlıklı olarak yer bulan bir ifade olanağına dönüştü. Fotoğrafın rağbet gören bir medyum haline gelmesinin sebepleri gerçeklik duygusunu yanı başında taşıması ve dijital teknoloji sayesinde fotografik görüntü üretme süreçlerinin kolaylaşmasıydı. Böylece bir kavram karmaşası da doğmuş oldu. Tekniği keşfedildikten sonra uzun yıllar süresince sanatsal bir disiplin olduğunu kanıtlamaya çalışan fotoğraf, şimdi de çağdaş sanatçılar tarafından amaca giden yolda sadece bir “araç” ve “malzeme” olarak tanımlanıyordu. Fotoğraf temelli işler üreten sanatçılar ise ısrarla kendilerini “fotoğrafçı olarak görmediklerini” ifade etmekteydiler. Murat Germen ve Orhan Cem Çetin, İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde gerçekleştirdikleri Çağdaş Fotoğraf Serileri söyleşi dizisinin Ekim ayı ayağında bu konuyu gündeme getirdiler. “Fotoğrafçı Olmayan Fotoğrafçılar” ironik başlığı altında düzenlenen söyleşinin ertesinde konuya yakından bakmak adına, biz de kendileriyle bir söyleşi düzenledik.
Özlem Şimşek: Son dönemde çağdaş sanat ortamında fotoğraf çok kullanılan bir medyuma dönüştü. Türkiye çağdaş sanat ortamı için de aynı durum söz konusu. Fotoğrafın bu denli çok kullanılan bir ifade alanına dönüşmesinin nedenleri neler olabilir sizce?
Murat Germen: Bence bunun önemli nedenlerinden biri fotoğrafın, dışarıdan bakılınca, amaçlanan ifadeye ulaşmakta daha az çaba harcanan, çok fazla ustalık gerektirmeyen “kolay” bir vasıta olarak görülmesi. Dijital teknoloji ve yeni makineler sayesinde de kabul edilebilir kalitede görüntüler daha rahat üretilebiliyor artık. Çağdaş sanatta fikir ve kavram ön planda olduğu ve zanaatkarlık arka planda kaldığı için, bu tarz sanatın görece daha az zanaatkarlık gerektirdiği zannedilen bir üretim ortamı ile buluşması da kolay oluyor. Derinine bakarsak, fotoğraf tahmin edilenden çok daha fazla detayı olan ve birikim, ustalık gerektiren bir disiplin aslında, ama bir çok kavram sanatçısı bunun farkında değil gibi görünüyor. Fotoğrafı çağdaş sanat ortamında daha popüler kılan diğer bir neden de baskı süreçlerinin ve fotoğraf sergileme yöntemlerinin çeşitlenmesi. Eskiden fotoğrafçının elinden çıkma “vintage” baskılar çok değerli ve biricik sayılırdı ama sergileme söz konusu olduğunda sadece kağıt bir yüzey, bazen paspartu ve çerçeve seçeneği vardı. Şimdi gerektiğinde üç boyutlu veya lantiküler baskı teknolojileri kullanılıyor, kesiti 3-4 cm’yi geçmemek kaydıyla her türlü yüzeyin üzerine baskı yapılabiliyor, pleksiglas benzeri malzemelerle büyük boyutlu “biricik” baskılar elde edilebiliyor veya fotoğraflar etkileyici parlaklıkta projeksiyon sistemleri ile gösterilebiliyor. Diğer bir deyişle, sergilenme yöntemleri açısından, çağdaş sanat alanına kağıt yüzeyine yapılan fotoğraf baskısından daha yakın duran yöntemler kullanılıyor ve kavram sanatçıları bunları pek seviyor haliyle.
Orhan Cem Çetin: Dijital devrimden sonra gerçeklik duygumuzu yitirmeye başladık. Fotoğraf ise hala gerçeklik duygusunu en azından yanılsama seviyesinde taşıyabiliyor. Ben fotoğrafın kaybolan gerçeklik duygumuzu restore ettiğini, geri getirdiğini düşünüyorum. Fotoğraf tekniği icat edildiğinde, ressamlar “Resim sanatının sonu mu geldi?” diye telaşlanmışlardı. Oysa biz bugün hala fotoğrafın resmin yerini alması sürecindeyiz. 170 yıl sürdü ve daha da sürecek. Belki de şu an biz sürecin tamamen fotoğrafın lehine döndüğü bir noktasındayız. Dijital devrimle birlikte fotoğrafı dilediğimiz gibi manipüle ederken belki de klasik üslupta resim yapmanın gerçekten bir anlamı kalmadı.
MG: Fotoğraf resimden gerçekliği tasvir etme görevini devralınca resim özgürleşti ancak fotoğraf, bu ağır görevi uzun süre yürütmek zorunda kaldı ve kendi ifade alanının sınırlarını zorlayamadı. Fotoğrafın özgürleşmesi, stüdyo ortamlarındaki kurgu fotoğrafları, karanlık odadaki manipülasyon çalışmaları ve sonrasında da dijital yöntemlerle, ilk icat edildiği tarihten çok uzun seneler sonra mümkün oldu ancak. Fotoğraf kendini bir şeylerin tanığı olarak görmenin yanında yepyeni dünyalar yaratmak için de yola çıkıyor artık. Fotoğrafın özgürleşmesi ve dijital olanakların insanların imgelemini harekete geçirmesiyle yeni bir estetik doğdu diyebiliriz.
ÖŞ: “Fotoğraf” ve “sanat yapıtı” kavramlarını yan yana koyduğumuzda aralarında hiyerarşik bir ilişki oluşuyor ve fotoğraf bu hiyerarşik sıralamada alt sırada kalıyor. “Resim” ve “sanat yapıtı” kavramları arasında ise aynı ilişki söz konusu değil eşit olarak algılanabiliyorlar. Fotoğraf bir ifade olanağı olarak özgürleşirken ve çağdaş sanat ortamında sık kullanılan güçlü bir medyuma dönüşürken bu şekilde algılanmasının nedeni ne olabilir?
OCÇ: Yıllar önce değerli bir küratörümüz kendi galerisinde sadece fotoğraf işlerinden oluşan bir sergi açmıştı. Kendisine gidip, “Galeriler fotoğrafçıları kapı dışarı ederken sizin böyle bir iş yapmanız müthiş, ben de bütün fotoğrafçılar adına size teşekkür etme ihtiyacı hissetim” dedim. “Ben bunları fotoğraf olarak görmüyorum ki sanat eseri bunlar” diye cevap verdi. Bu, bir küratörün entelektüel yapısına yaraşır bir cümle değildi. Muhtemelen yerleşik fotoğraf ortamından uzak durmaya çalıştığı için böyle bir cevap vermişti diye düşünüyorum.
MG: Fotoğrafçı kelimesinin Türkiye’de “kirli” olmasının yarattığı bir durum bu. Batıda da bu tip ayrımlar yapılıyor arada ama Türkiye’de sınırlar daha keskin. Oysa bu ünvanlar ve kavramlar arasında geçiş olabileceği kabullenebilmeli ve bu ünvanların hiçbirisinin prestij, mevki, makam getirdiği veya itibar kaydettirdiği düşünülmemeli. Şu sıralarda dünyada bilinen en önemli iki fotoğraf ekolünün birinden, yani Düsseldorf ekolünden (diğeri Helsinki) gelen Andreas Gursky örneğini ele alalım. Dünya çağdaş sanat ortamında adını duyurmuş bir sanatçıdır ama öncelikle fotoğrafçıdır. Fotoğrafın devlet tarafından hayli ciddiye alındığı ülkeler, tarihlerini ve kültürlerini fotoğraflarla kayıt edip arşivliyorlar; bu fotoğraflar daha sonra müzelerde sergilendiği anda ise belgesel nitelikte olsalar bile sanat eseri payesini kazanmış oluyor bir şekilde. Türkiye’de ise devletin, fotoğrafın “fotoğraf” adını kaybetmeden sanat eseri olarak algılanmasına yönelik hiçbir politikası olmamış gibi görünüyor, eskiden üretilmiş bazı turizm posterleri dışında.
ÖŞ: Fotoğraf temelli işler üreten sanatçılar “fotoğrafçı olmadıklarını” özellikle dile getiriyorlar. Sizin belirttiğiniz gibi fotoğrafçı kimliklerini reddediyorlar. Bu reddedişin nedeni ne olabilir?
OCÇ: Fotoğraf kullanan çağdaş sanatçılar kendi projeleri için yeterli görsel üslubu oluşturmuş durumda olduklarını düşünüyorlar. Bu sanatçılar ekstra bir konfora sahip oluyor. Çünkü kendisini fotoğrafçı olarak belirttiği anda fotoğrafçılık mesleğinin kriterleri devreye girecek. Bu insanlar fotoğrafçılık mesleğinin kıstasları üzerinden eleştirilemiyorlar çünkü hiçbir zaman fotoğrafçı olduklarını söylemiyorlar. Ben fotoğrafçı olarak bir galeriye işlerimi gösterdiğim zaman ise mesleki kriterler devreye giriyor ve belli bir “kalitenin” üstünde olması bekleniyor.
ÖŞ: Sizce fotoğrafçıyla fotoğraf kullanan sanatçı ayrımı hangi noktada başlıyor ya da başka bir şekilde söylersek fotoğrafla çağdaş sanat yapıtı olarak fotoğraf arasında ayrım noktaları nelerdir?
MG: Bu bence o kişinin kendi pratiği içerisinde değerlendirilmesi gereken bir durum. Çünkü işin nereden itibaren çağdaş sanat eseri olarak, nereden itibaren fotoğraf olarak adlandırılacağına ancak işin sahibi olan kişi karar verebiliyor. Kavramsal sanatta fotoğrafın kullanım biçimi, “gerçek kurgudan tuhaftır” mottosundan yola çıkarak çoğunlukla belgesel nitelikte oluyor algıladığım kadarı ile. Bu noktada beyan meselesi işin içine giriyor. Bir belgesel fotoğrafı, belgesel fotoğrafçı diye tanınan birisi sunduğunda ayrı, kavram sanatçısı sunduğunda ayrı bir değer kazanıyor ve öyle görünüyor ki, bu fotoğraf aynı şeye dikkat çekse de kavramsal sanatçının sunuşu daha çok “değer” taşıyor. Bir belgesel fotoğrafçısının çalışmaları, bu konunun ustası olması dolayısı ile kavram sanatçısının işinden daha “doğru” ve “iyi” olmasına karşın, hiçbir şekilde bu sanatçının belgesel işleriyle aynı kefeye konulmuyor. Dolayısı ile sizin kendinizi nasıl tanıttığınız ne yaptığınızın önüne geçebiliyor, ki bu beni rahatsız eden bir şey.
OCÇ: Ben de bir işin çağdaş sanat eseri hatta sanat eseri olup olmadığının sanatçının beyanıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu çizgiyi dışarıdan bakarak çekmek çok güç. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmenliği’nin, “Taşınabilir Sanat” projesi kapsamında açılan, Marcus Graf’ın küratörü olduğu “Geçici Rahatsızlık” sergisinde benim fotoğraf işlerim var. Sergideki fotoğraflar İstanbul dokümantasyonu ama bir çağdaş sanat sergisinde sergileniyorlar. Birer belgesel fotoğraf değiller. Farklı bir bağlama taşınarak, temel insani durumlara dair benim kurduğum bir cümleyi oluşturuyorlar. Ben bunu, yani bağlam değiştirme işini, fotoğrafların üzerine yazı yazarak ya da fotoğraflar da olmadan, sadece yazarak da yapabiliyorum. Burada aynı noktaya, beyana geri dönüyoruz. Örneğin köprüden atlayıp intihar edecek biri o noktada dese ki “Ben performans sanatçısıyım ve olabilecek en uç noktada performansımı icra ediyorum,” ve atlasa sanat tarihine geçecek ama “Bana Ayşegül’ü getirin,” dediği anda üçüncü sayfa haberi oluyor. Orada çok şiddetli bir şey yapıyor belki ama ortada beyan yok.
Ö.Ş: Magnum Ajansı’nın eski fotoğrafçılarından Luc Delahaye foto muhabiri değil sanatçı olduğunu açıkladı 2004 yılında.
MG: Beyanata önem veriyorsak ve biri de “ben fotoğrafçı değilim, sanatçıyım” diyorsa bu bizim karşı çıkabileceğimiz bir şey değil. Ara Güler’in “ben sanatçı değilim, foto muhabiriyim” demesi gibi… Sadece beyanı yapan kişinin neden böyle bir ayrım yaptığını ve bu beyanla nereye varmak istediğini düşünmemiz, ne derece samimi olduğunu, beyanın işiyle bağlantısını tartmamız gerekir o noktada. Ama ben gene de, beyanın işlerin algılanmasında bir fark yaratmaması, izleyicinin daha bilinçli bir algılama moduna geçip işleri “oldukları gibi” izlemeleri gerektiğini düşünüyorum.
OCÇ: Sanatın en kısa tanımı bence şu: “Sanat bir şeyi başka bir şey gibi göstermektir.” Dolayısıyla sanat eseri, görünenden başka bir şey söylüyor demektir. Oysa Ara Güler “Ben, fotoğrafımda ne görünüyorsa salt onu söylüyorum,” demek istiyor. Kesinlikle sanat olmaması, sanat eseri olarak algılanmaması gerekir onun ürettiği fotoğrafların. Bence doğru ve çok tutarlı söylediği şey. Sanatçı yapıtının bir sanat eseri olduğunu beyan ettiği zaman, dolaylı olarak “Ben burada görünenden başka, onun ötesinde bir şey söylüyorum,” demiş oluyor. Bu bir ayrım noktası olabilir.
ÖŞ: Fotoğraf ve çağdaş sanat olarak fotoğraf arasındaki ayrım noktalarından biri de yaratım sürecinin fotoğrafın çekildiği andan bağımsızlaşması olarak belirtilebilir mi? Örneğin şehirlerin en bilinen ve en sık ziyaret edilen yerlerine yerleştirdiği çıplak insanları fotoğraflayan Spencer Tunic kendisinin fotoğrafçı olmadığını söylüyor. Tunick’in işleri üzerinden örnek verecek olursak sanatsal süreç fotoğrafın çekildiği anla sınırlı kalmıyor
OCÇ: Tunic, kendisinin heykeltıraş olduğunu, insan bedenlerinden geçici heykeller yaptığını, fotoğraflarının da bu heykellerinin dokümantasyonu olduğunu söylüyor. Bu aslında tartışma götürür bir yaklaşım. Bırakın kurgulanmış fotoğrafları, belgesel fotoğraf tarihinde de yakalanmış bir anın değil uzun süreçlerin söz konusu olduğu çok sayıda örnek var. Fotoğrafçılar belli kritik kararlar sonucunda, belli konuların peşine düşüyorlar, öncesinde araştırma yapıyorlar ondan sonra gidip çekiyorlar. Örneğin Josef Koudelka’ın yıllara yayılmış “Çingeneler” serisini düşünelim. İnsanlar ona kapılarını açıyorlar, onu aralarına alıyorlar ve bütün bir aile kameraya bakarak poz veriyor. Görüntülediği anı da Koudelka yaratıyor bir anlamda.
MG: Bu şekildeki tanımlamalar bence sanata daha çok paye vermek için yapılıyor. İşin sanat olarak algılanmasının ek bir “havası” varsa eğer, ki var; Magnum Fotoğraf Ajansı gibi belgesel işler üreten ve sunan bir ajans bile bunun etkisine giriyor. Paris Photo 2008’de bir Lise Sarfati sergisi gördüm; biraz “deadpan” tarzındaki yeni sanatsal işleri yanında ayrı bir katta taçlandırılmış olarak ticari işleri de gösteriliyordu sergi kapsamında. Bu bir Magnum fotoğrafçısının vardığı nokta olarak ilginç. Magnum’un kendi standında ise Carl De Keyzer’in, şu sıralar çok iyi satan “Düsseldorf” ekolü çizgisinde insan içermeyen kent görüntülerinden oluşan fotoğrafları, gene çağdaş sanat fotografını anımsatan büyük ebatlarda basılmıştı ve standın en prestijli yerinde sergileniyordu. Fotoğrafın daha “sanatsal” olarak algılandığında getirdiği ek aura, Magnum Fotoğraf Ajansı standına da etki etmişti.
OCÇ: Herhangi bir çalışma elbette ulvi olabilir ama kategorizasyondan dolayı değil. Sanat kategorisine girdi diye kendiliğinden başka bir mertebeye ulaşması gerekmiyor.
ÖŞ: Sizin (Murat Germen’in) Kasım ayında CAM Galeri’de sergilenecek “Aura” isimli yeni seriniz tam da bununla ilgili sanırım.
MG: Burada serginin konsept metninden alıntı yapayım: Galeride, müzede, fuarda olsun veya pazarda, markette olsun; sergilenenler belli bir “aura”ları varsa daha çok tercih edilirler. Bu aura, sergilenenin kendinden menkul “güzelliğinin” ötesinde; bazen modayı oluşturan eğilimlere, bazen serginin gerçekleştirildiği mekanın niteliğine, bazen sergileyen kişi veya markanın kim olduğuna, bazen havanın güneşli olup olmadığıyla bağıntılı olarak al(gılay)ıcıların keyfine, bazen sergileyen ile olumlu yorumlayarak pazarlayan arasındaki “simbiyotik” ilişkilere, bazen de sergileyenin beyanı ve o beyanın al(gılay)ıcıların gözündeki kavrayışa göre şekillenir. Bir şeyi güzel kılan sadece kendisi değildir, bir şey rahatlıkla “güzel” kılınabilir de… Bu seri, sanatın, yüzyıllardır içinde bulunduğu ama son zamanlarda iyice tavan yapan, fakat çeşitli duyarlılık iddiaları ile üstü örtülen “piyasa ekonomisi” ortam ve yaklaşımını hatırlatmak, eleştirmek üzere düşünüldü. Bunun da ötesinde seri, sanat eserinin; dış etkenler aracılığı ile değil, kendinden menkul bir değer edinebilmesi ve bağımsız kalabilmesi arzusuna istinaden üretilmiş bir çalışma olarak algılanabilir…
ÖŞ: Fotoğraf sık kullanılan bir medyuma dönüştü ve galerilerde kendisine fazlaca yer buluyor. Bu güzel bir gelişme olarak değerlendirilebilir mi?
MG: Buradaki sahiplenme tamamen yurt dışından ithal edilen bir sahiplenme. Art Basel, Sotheby’s, MoMA benzeri önemli fuar, müze, galeri gibi yerlerde fotoğrafın değerinin çok yükseldiği görüldüğü için, “haa demek bundan sonra fotoğrafa da yöneliyoruz” hezeyanı bu. Sanatın her türlü aşamasında Batıyı takip ve taklit halindeyiz; bizde fotoğrafa değer ancak Batıda değer potansiyeli oluştuğu zaman verilir, kimse de ortaya çıkıp “hadi artık, bundan sonra fotoğraf sergiliyoruz” diyecek kadar cesur ve vizyoner değildir. Gene de son zamanlarda bu coğrafyada üretilen işlere baktığımıza, artık fotoğrafla kişisel tarihlerin yazılmaya başlandığını görüyoruz. Özellikle genç insanların işlerine baktığımızda, kendi hayatlarına, sorunlarına dair iş ürettiklerini görüyoruz, ki bu fotoğraf yapan kişinin fotoğrafı daha içsel bir şekilde sahiplenmesine, fotoğrafın toplumsal konumunu yükseltmesine yol açacaktır. Ben o yüzden fotoğrafın ülkemizde son zamanlarda gayet iyi gittiğini düşünüyorum.
OCÇ: Yıllar önce bir çağdaş sanat dergisinde yayınlanan bir yazım vardı. Benim koyduğum başlık “Çağdaş Sanatta Fotoğrafçı Kullanımı”ydı. Başlığın kendisi bir kinaye taşıyordu. Yazının sonunda fotoğrafçılara, “Fotoğraf çok gözde bir malzeme haline geliyor ve siz bu malzemeye hakimsiniz,” diye bir çağrı yapıyordum. Çünkü bu, fotoğrafçıların malzemesi ve bununla neler yapılabileceğini, bunu ne kadar ve nasıl deforme edilebileceğini onlar daha iyi biliyorlar. Ancak fotoğrafçının, fotoğrafta görülenin ötesinde söyleyecek sözü olmalı; bu üretimler bir konsept bağlamında olmalı çünkü sanat izleyicisinin işçiliği takdir ederek mutlu olduğu dönem çok gerilerde kaldı.