Skip navigation

Tag Archives: özge yılmaz

Facsimile Vol.2’de yer alan Facsimile serisi, bir önceki serginiz ve seriniz olan Muta-morfoz’dan sonra nasıl bir kapı açıyor izleyiciye?

Kısaca açıklamaya çalışırsam, Muta-morfoz içeriği yoğunlaştırırken Facsimile seyreltiyor. Muta-morfoz şehirlerin kolektif yapısına, farklı zonların yanyanalığına, farklı kent bileşenlerinin vazgeçilmezliğine vurgu yaparken; Facsimile kentin içindeki güç dinamiklerini görünür kılmayı amaçlıyor.

“Yeni Türkiye” adlı bir monografiniz yayımlandı kısa süre önce. Bu kitapta 2000’li yıllardan bu yana ürettiğiniz işler bir araya getiriliyor. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda çekilen bu farklı seriler bu monografide nasıl bir “bir arada oluş” sergiliyor sizce?

Kitapta Türkiye’nin son zamanlarda içinden geçtiği süreçleri konu edinen bir sanat, fotoğraf ve metin birlikteliği var. Türkiye’nin son 10-20 yıllık dönemde bir atılım gerçekleştirdiğini, ya da atılım gerçekleştirmiş gibi durduğunu söylemek olası. Fotoğraf dolayısıyla gittiğim farklı yerlerde insanlarla sohbet etmeyi severim. Genellikle de siyasi konular açmayı tercih ederim, ki nabız tutabileyim. Bu sohbetlerden anladığım kadarı ile, sıkıntı çeken hala sıkıntı çekmeye devam ediyor. Sözü geçen atılım belli ki zaten zengin olana yaramış, özellikle de yandaş olanlara. Bu kitapta arka arkaya eklemlenen seriler bu duruma dikkat çekiyor. Örneğin, lüzumundan fazla hızla ilerleyen kentsel dönüşümü belgeleyen fotolar, insanların ellerinden gecekondularını 3 paraya alıp 33 paraya satan ve buna kentsel dönüşüm diyenlere gönderme yapıyor. Sanayiye odaklanan fotolar ise, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ülke olabilmesi için daha fazla üreten bir ülkeye dönüşmesi gerektiğini hatırlatıyor, devamlı ithal eden bir ülke değil. İnşaat süreci fotoğrafları; hem, gerçek değerinden kat kat fazlasına satılan sosyal konut kıvamındaki “rezidans”lara, hem de inşa kavramı üzerinden toplum mühendisliği olgusuna dikkat çekiyor. Bunların yanında; gelişmeyi yol yapmaktan ibaret sayan, toplu ulaşıma hala yeteri kadar yatırım yapmayan, özel arabaları kentin merkezinden uzak tutmayı bir türlü beceremeyen, 3. köprü, Kanal İstanbul gibi doğa katliamcısı projelere imza atmayı tercih eden rantçı zihniyetin ürünlerinin fotoğraflarını da bulabilirsiniz. Son olarak, kitabın tartışmaya açtığı diğer bir konu ise, sözde-kapitalist ekonominin vazgeçilmez bir parçası olan sanat ve sermaye arasındaki ilişkiler.

Sergi metinlerinde de “Yeni Türkiye”den ve ona dönük “kişiselleştirilmiş bir belgesel” yaklaşımından bahsediliyor. Fotoğraflarınızda, görsel deneyler ve estetik arayışların belge kavramıyla bir güç savaşına tutuştuğu oluyor mu?

Hayır. Belgesel fotoğraf da çekiyorum; örneğin, Gezi direnişi sırasında çektiklerim. Benim için kurgusal fotoğrafların yeri ayrı, belgesel fotoğrafların yeri ayrı; ama her ikisi de tersine amaçlarla kullanılabilir veya birbirlerini destekleyebilirler. Örnek vermem gerekirse; sanatsal motivasyonla ürettiğim Muta-morfoz serisi İstanbul kentinin talihsiz dönüşümünü anlatan belgesel bir kayıt olarak da kullanabilir, diğer yandan tümüyle belgesel amaçla ürettiğim kentsel yıkım fotoğraflarını sanatsal bir bağlamla da paylaşabilirim.

Bir söyleşinizde “fotoğraf sanatçısı” tanımlamasını kullanılmasını istemediğinizi okumuştum. “Sanatçı” ya da “fotoğrafçı” tanımlarını tercih ediyorsunuz. “Fotoğraf sanatçısı” nitelemesinde eksik ya da hatalı olan nedir sizce?

Her nasıl “heykel sanatçısı”, “resim sanatçısı”, “video sanatçısı” gibi terimleri kullanmıyorsak “fotoğraf sanatçısı” tanımını da kullanmamamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Son dönemlerde fotoğraf alanında sizi en çok heyecanlandıran projeler hangileri oldu?

Serkan Taycan’ın “İki Deniz Arası” projesi beni gerçekten heyecanlandırdı, şimdiye kadar rastladığım hayata en yakın sanat projelerinden birisi. Fotoğraf bize durumun temsilini iletir, bu yüzden fotoğrafçı bir aktarıcıdır ve o bize ne verirse onu kabullenmek durumundayızdır. Halbuki Serkan diyor ki: “Gel kendin bak, kendin gör!” Fotoğrafı temsilden öteye taşıyor bu proje, fotoğraf bir deneyim platformuna, sürece dönüşüyor.

Beni heyecanlandıran diğer bir proje ise, TED Konuşmaları Ödülü alan Fransız fotoğrafçı JR’ın insan portrelerini devasa boyutlarda binalara giydirerek kent ölçeğinde sergilemesi. Genellikle çeşitli toplumsal sorunlara odaklanan, şiddete veya baskıya maruz kalan insanları göz önüne taşıyan JR’ın; Filistin ve İsrail halkı ile gerçekleştirdiği, her iki taraftan portrelerin “öteki” tarafta büyük boyutlarda sergilendiği bir projesi de var. JR’ın icraatlarını anlattığı TED konuşmasını ne zaman öğrencilere göstersem; ya “onu buraya da çağıralım” ya da “biz de böyle bir proje yapalım” diyorlar.

Son olarak, geçenlerde monografik kitabımın son halini kontrole MAS Matbaa’ya gittiğimde, matbaanın patronu Ufuk Şahin Josef Koudelka’nın son projesi “The Wall”un kitabını gösterdi (ki ilginçtir bu proje de Filistin-İsrail çatışması üzerine); tek kelimeyle şahane… Koudelka benim çok saygı duyduğum biri; kendini her zaman aşabilen, bizleri şaşırtabilen ve ne çekeceğini, ne diyeceğini hep merak edeceğim bir fotoğrafçı.

Gerek Türkiye, gerekse uluslararası bazda fotoğraf üretimi ve koleksiyonerliği ne durumda sizce?

Bu soruya genel sanat halleri üzerinden cevap vereyim. Türkiye’de güven yaratan bir ortamın olduğunu söylemek zor. Son beş yıl içinde Türkiye sanatı fiyatları belli aktörler, artokratlar tarafından çok şişirildi. Bu dönemde Türkiyeli koleksiyonerler tarafından sanata ayrılan bütçe daha fazla, sanatçılar tarafından eserlerin üretimine ayırılan bütçe ise görece daha azdı. Galeriler ve sanatçılar bu durumdan bir pay çıkarıp daha şaşaalı, pahalı işler üretmeyi denediler; fakat bunun zamanlaması biraz yanlış oldu diye düşünüyorum, çünkü yanlış algılamıyorsam şayet, Türkiyeli koleksiyonerlerin Türkiye sanatına daha az bütçe ayırdıklarını gözlemlemeye başladım son zamanlarda. Bunun da nedeni fiyatların fazla şişmesi ve dünyaca tanınan önemli uluslararası sanatçıların küçük ebatlı ve/ya görece daha önemsiz işlerinin fiyatlarına yaklaşması ve hatta bazen geçmesi bence. Koleksiyonerler de “bu kadar para vereceksek bari dünya çapında bir isim olsun elimizde!” diye düşünmeye başladılar belki de.

Buradan şu noktaya geleyim: Ülkemizdeki sanat, kültür, teori, araştırma, kitap, yayın üretiminin hacmi, sanatçının rahat bir şekilde üretmeye devam etmesini sağlayacak mertebede değil. Bir çok sanatçı geçim derdinde ve bu yüzden sanat piyasasından gelen baskılara dayanmaları neredeyse imkansız. Devlet deseniz o başka bir mesele; devlet, sanatçısını çoğunlukla “terörist, çapulcu” olarak görüyor zaten, yandaş açıklamalarda bulunmadığınız sürece.

Bu verilerin ışığında, sanatçıyı, üretmeye devam edebilmesi için mali olarak destekleyecek koleksiyoner sayısı olması gerekenin çok altında. Bunun nedeni büyük olasılıkla güvensizlik, geleceğe cesaretle bakamama… Koleksiyoner sanatçının üretiminin sürekliliğinden, sanatçı ise koleksiyonerin desteğinin sürekliliğinden şüphe ediyor. SAHA gibi bir fon havuzunun başlaması çok iyiye işaret, yalnız bu fonların yönetimi ancak özel seçilmiş bazı kişilere erişim sağlayacak şekilde yürütülüyor ve sizi buraya önerecek artokratlarla aranız yoksa buralardan destek almanız çok zor. Bu yüzden bu tür destek fon havuzları sayısının artması gerekiyor.

Paris Photo’dan yeni döndünüz. Bu yılki fuarı nasıl yorumlarsınız?

Açıkça söylemem gerekirse, daha önceleri etkilendiğim kadar etkilenmedim. 2008 ve 2010’da gittiğim iki Paris Photo’da “yeni dünyalar” keşfetmiştim, bu sefer çok sayıda yeni yaklaşım gördüm hissi edinemedim maalesef. Çok sevdiğim işler vardı şüphesiz, fakat genel olarak bakarsak ve amiyane bir tabir kullanmama izin varsa, “dibim düşmedi.” Vintage fotoğrafların önceki senelere nazaran daha fazla sayıda sergilenmiş olması dikkatimi çeken bir başka nokta idi. Klasik fotoğrafların yüzdesinin yükselmesini ticari bulduğumu belirtmek isterim: Eserler küçük ebatlı ve taşıması kolay, bazen edisyon sayısı bile olmamasına rağmen fiyatlar binler veya onbinlerle avro yerine yüzbinlerle avroya kadar çıkabiliyor; kârlı iş…

Az da olsa stand tasarımındaki farklı 1-2 yaklaşım aklımda kaldı; özellikle Japonya’dan Taka Ishii Gallery, hem stand tasarımı, hem sergilenen fotoğrafların kalitesi hem de kartvizitlerinin sadeliği ile ayrı bir yerde duruyordu.

Hemen herkesin akıllı telefonlarıyla sürekli fotoğraf çekiyor olmasını ve dijital iletişim kanallarından bu denli yoğunlukta fotoğraf paylaşılması nasıl değerlendirilmeli / okunmalı sizce?

Daha önce sadece profesyoneller tarafından icra edilen (ya da edilmesi gerektiği düşünülen) yaratı platformları herkesin erişimine açık olunca ortaya bir imge üretimi enflasyonu çıkması çok doğal, ve gerekli. Zaman geçtikçe insanlar bundan bekledikleri hazzı tatmin ettikten, veya ettiklerini varsaydıktan sonra, ilk zamanlardaki kadar yoğunlukla bu eylemi tekrar etmeyeceklerdir diye düşünüyorum. Çektiğiniz fotoğrafların internet veya basılı medyadaki varlığının soluğunu ve değerini zaman belirleyecektir ve bir süre sonra doğal seleksiyon gereğince o fotoğraflar zihinlere kazınacak ya da zihinlerden silinecektir. Yani demem o ki; mevcut imge yoğunluğunu göz ardı etmeli, bu yoğunluk içinde kayda değer içeriği bulabilmek için de sabretmeliyiz.

Fotoğraf sanatçısı Murat Germen’le C.A.M Galeri’nin Akaretler’deki mekânında 17 Kasım- 17 Aralık 2011 tarihleri görülebilecek olan Muta-Morfoz sergisini konuştuk. Germen, mutasyon ve metamorfoz kelimelerinden ürettiği “muta-morfoz” kavramıyla ve deneysel fotoğraf teknikleriyle şehirlerin geçirdiği dönüşüm ve mutasyonu seyirciye sunuyor.

Özge Yılmaz: Lisans eğitiminizi İ.T.Ü’de Şehir Planlama bölümünde aldığınızı biliyoruz. İşlerinizde birçok farklı şehir ve şehre dair olgu da mevcut. Şehir kavramıyla olan ilişkinizi anlatabilir misiniz?

Murat Germen: Sanat ve kent birbirlerini her zaman desteklemiş iki bileşen. Sanat kentleşmenin ileri düzeye çıkması ile kendine daha geniş ifade alanı bulmuş, kentlerse sanatın ileri seviyeyi yakalaması ile kendilerine farklı bir yer edinmişler. New York, Londra, Paris gibi ilk akla gelen üç önemli metropolün bu makamları edinmelerinde, ürettikleri sanatın önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Şahsen yaşamakta olduğum hayatı kent ortamında yetişmiş olmaya borçlu sayılırım. Kentsel içerik üretmemin nedenlerinden biri budur; bir minnet duygusu sonucu kent işlerimde zuhur ediyor, ille de kent plancısı, mimar olarak yetişmişliğimden değil. Eğitimim anlatmak istediğimi görselleştirirken bana ilave bir avantaj sağlıyor, kenti daha iyi okuyup analiz etme şansı edinmiş oluyorum.

Yatay düzlemde sıkıştırarak kullandığınız kent görüntüleri, İstanbul, Safranbolu, İzmir, Ankara, Girne, İskenderiye, Kahire, Osaka, Seattle, Vancouver ve Amsterdam şehirlerinde çekilen fotoğrafları kapsıyor. Bu şehirlerin seçilmesinde özel bir neden ve bu şehirlerin fotoğraflarının sizin için özel bir anlamı var mı?

C.A.M Galeri’deki sergiye Türkiye’den işler dahil edeceğim. Diğer şehirlere gelince: Sanatçılığın yanı sıra akademisyen olduğum için konferans ve sergiler için sıklıkla seyahat ediyorum. Web sitesinde gördüğünüz kent tasvirlerinin hepsi bu seyahatlerde üretildi. Bu kentlere “Muta-Morphosis” üretmek için gitmiyorum, her gittiğim şehirde en az bir adet “Muta-Morphosis” deniyorum. Serideki fotoğraf tabanlı anlatım, kenti gezdiğimde aklımda kalan bölük pörçük sözcükleri içeren bir sinopsis aslında. Diğer bir deyişle, içinden kareler düşürülmüş ve pürüzsüz bir devamlılığı olmayan, stop-motion tekniğindeki gibi kırık hareketler içeren bir video metrajı gibi. Bu teknikle üretilmiş tasvirlerin farklı kentlerde nasıl sonuç vereceğini merak ediyorum. Vancouver veya Osaka gibi organize, sistemik kentlerin muta-morfozlarıyla İstanbul veya Kahire gibi daha kaotik şehirlerin muta-morfozları arasında fark olup olmayacağına bakıyorum. Ufak farklar içeren betimlemeler çıktığında bile bunları genel külliyatın içine dahil ediyorum.

Bu serinin birçok farklı kentte çekilmiş olmasının avantaj sağladığını düşünüyorum. Sanat izleyicisi, alıcısı kendi yaşadığı kente ve oradaki hayatına dair bir şeyler görmek istiyor. Bunu değişik kültür ve ortamlarda çeşitli defalar gözledim. Somut örneklerden birisi şöyle: C.A.M Galeri dışında çalıştığım ikinci galeri olan, beni Belçika ve Hollanda’da temsil eden ARTITLED! adlı galeri ile katıldığımız fuarlarda gördük ki, Hollandalılar genelde Hollanda’da üretilmiş görüntülerle ilgileniyorlar. Yurtiçindeyse batılı coğrafyalarda yaratılmış işlerin şimdiye kadar pek ilgi görmediğini dikkate alırsak, her kültürde ilginin yerel malzemeye odaklandığını söylemek olası. Seride herkes bağını kurabileceği bir kentsel ortam bulabiliyor. Bunun sonucu olarak seri farklı ortamlarda paylaşıldı, sahiplenildi: Wired ve GUP (Guide to Unique Photography) gibi önemli dergiler seriden örnekleri yayınladılar, daha sergisi açılmadan galeriden yapılan 30’a yakın edisyon satışı dışında Marakeş Sanat Fuarı ve Contemporary Istanbul gibi uluslararası fuarlarda 10 adeti geçen satış gerçekleşti, ISEA 2011 (Istanbul) ve Computational Aesthetics – CAe 2011 (Vancouver) gibi elektronik sanatın öncü konferanslarına tebliğ / sergi olarak kabul edildi, Istanbul Modern ve Proje4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi gibi müzelerin koleksiyonlarına alındı, O Estado de Sao Paulo adlı Brezilya’nın en çok satan ikinci gazetesinde röportaj olarak yer aldı, Hollanda’da Pieter Wisse tarafından oluşturulan bir fotoğraf veritabanı blogu olan “500 photographers”a girdi, Christie’s ve Sotheby’s gibi çağdaş sanat müzayedelerinde çeşitli edisyonları satıldı.

İstanbul’da son örneğini Tarlabaşı’nda gördüğümüz mutenalaştırma projesi gibi kentsel dönüşüm projeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kapitalizm sürdürülebilir olmak, tüketim alanı yaratmak için devamlı akım icat eder. Bu akımlar moda, tasarım, mimarlık, sanat gibi çeşitli yaratı platformlarında kendilerine yer bulur. Benzer bir hâlin kentlerde farklı mahallelerin “moda” yapılmasıyla gerçekleştirildiğini düşünüyorum. Amaç yeni inşaat faaliyetine zemin sağlamak; ne de olsa inşaat ekonominin lokomotifi. Eskiden yüksek gelir grubu merkezde yaşardı, onları doğaya yakın olma bahanesiyle kent periferisinde yaşamaya ikna ettiler (sanki kentsoylular çok da takarmış gibi doğayı) ve yeni lüks konutlar inşa edildi. Şimdiyse kentsoylular bunun heyecanlı olmadığını, evler saray yavrusu bahçeler gani de olsa banliyö kültürü ile yaşayamayacaklarını anladılar. Sistem onları eski mahallelerine, evlerine geri çağırıyor rağbet yaratarak. Eski binaları restore etmek yeni bina yapmaktan daha pahalıdır, sonuç: Kârlı iş… Mutenalaştırmayı destekliyor muyum? Hayır, ama sisteminiz kapitalizmse mutenalaştırma her zaman olacaktır.

Muta-Morphosis serisinin çok perspektifliliğin de etkisiyle minyatür estetiğine yakın bir duruş sergilemesi, sizin yola çıkarken belirlediğiniz bir hedef miydi, yoksa kendiliğinden gelişen ve sizin de işleri oluştururken fark ettiğiniz bir süreç mi?

Çok güzel bir soru. Süreç sırasında keşfettiğim bir şey oldu bu yakınlık. Yaratı sırasındaki süreç benim için önemli olduğundan bu durumdan hoşlanıyorum.

Kentlerin de canlılar gibi evrildiği hesaba katılacak olursa, güçlü olanın metamorfoz veya mutasyonla da olsa hayatta kalmayı başardığı bir dünyada kentler nasıl hayatta kalacak? Sizce “güçlü” ya da “güçsüz” kentler hangileri?

Bence güçlü kentler hibridleşmeye, çoğulculuğa, her gelir grubunun yaşama biçimine zemin sağlayabilen; kanaatkârlık gerektiğinde, ekonomik kriz olduğunda bunu soğurabilecek kentler olacak. Çok düzenli kentler fazla bütçe gerektiriyorlar; elzem olmayan, tüketmesi belli bir gelir gerektiren eylem, işlev, istihdam alanları yaratılıyor. Şimdinin donanımlı kentleri haddinden fazla teknolojiye bağımlı, halbuki ilerde bizi ciddi ekonomik krizler bekliyor. Geleceğin güçlü kentleri, teknolojinin getirdiği mental ve fiziksel tembelliğe alışmamış, anlık sorunlara pratik çözümler getirebilen bireylerin yaşadığı kentler olacak bence. Bir İstanbul hayranı falan değilim ama, her türlü sorununa karşın İstanbul’un mevcut hâlinin bu tarz bir kent olduğunu düşünüyorum. Bence kurtuluş melezlikte, püritanizmde değil…

Ülkemizde kent fotoğrafı alanında yapılan çalışmaları nasıl buluyorsunuz, kavramsal ve içeriksel boyutta doyurucu işler ürettiğini düşündüğünüz sanatçılar var mı?

Bu coğrafyada fotoğrafa dair hiç bir şey (makine, film, çip, teknoloji, yazılım, vb.) üretilmediği için ister istemez ülkemiz fotoğrafı her daim bu teknolojileri üreten lider kültürlerin fotoğrafından etkilendi. Kent fotoğrafı eğilimleri de mecburen bu etki alanı içinde. Buna karşın, kent ve mimarlık fotoğrafında farklı stil ve yaklaşımlarla sipariş veya sanatsal içerikli özgün üretim yapan azımsanmayacak sayıda usta fotoğrafçı var.

Dışarıdaki trendlerin yönlendirmesiyle kent fotoğrafına yoğun bir ilgi olduğu açık. Eskiden her şeyin fazlasıyla estetize edildiği, kentin turistik noktalarının seçildiği bir fotografik belgeleme eylemi vardı. Şimdiyse buna haklı bir tepki sonrası ortaya çıkan, “anti-estetik” yaklaşımda ve kentin kırık döküklüklerini belgeleyen bir kent fotoğrafçılığı var. Ama bu ne yazık ki, birçok önceki muhalif tavır gibi, moda oldu ve bir tepki olmaktansa neredeyse kaideye dönüştü. Bence her nesilden kent fotoğrafçısının bu konuda dikkatli olmasında fayda var. Buradan “Muta-morphosis” serisine atlama yapma gerekirse, fotoğrafları bu iki tavrın arasında bir yere yerleştirmeyi tercih ediyorum. Bu fotoğraflar ne çirkinliği ne de güzelliği yüceltme peşinde, sadece her ikisinin gerekli beraberliğine vurgu yapıyorlar…

Şehirlerin tanıtımlarında kullanılagelen fotoğraflar hakkında düşünceleriniz neler?

İyi ki sordunuz. İstanbul’da Aya Sofya, Sultanahmet veya Süleymaniye olduğunu vurgulamaya artık gerek yok. Hatta bunların var olduğunu bilmeyen turist İstanbul’a gelmesin:) Burada yerlileri ve ziyaretçileri çeken inanılmaz bir titreşim var, bunun vurgulanması lazım. Geçenlerde bir Yunanistan tanıtım filminde Akropol, Santorini, Mikonos gibi tipik yerlerin görüntüleri yerine taverna, eğlence, uzo, yemek, sirtaki içeren gamsız hayat görüntüleri vardı. Tamam, bunlar da Grek kültürü hakkında bilinen şeyler; ama hiç olmazsa anıt yerine yaşam keyfi vaadinde bulunmak bana daha insani geliyor…

Akademisyen kimliğinizle baktığınızda Türkiye’de yeni kuşak fotoğraf sanatçıları hakkında düşünceleriniz neler? Fotoğraf, görsel iletişim ve tasarımın yanında nerede duruyor?

Geniş yelpazeye sahip bir ortam var, farklı altyapıya sahip birçok birey kendilerine ait bir içerik oluşturabilmek için var güçleriyle çalışıyor. Böylesine üretken ve çoğulcu bir ortamın içinde olmaktan ziyadesiyle memnunum. Sanıyorum artık uluslararası ortamlarda Türkiye fotoğrafı diye bir olgudan göğsümüzü gere gere bahsedebiliriz.

Uluslararası çağdaş sanat dünyası ile karşılaştırıldığında fotoğraf koleksiyonlarının ve fotoğraf fiyatlarının seyri Türkiye’de ne durumda?

Şu sıralar fotoğraf en prestijli yıllarını yaşıyor belki de, bunu sanat çevrelerinde “fotoğraf altın yıllarını yaşıyor” cümlesiyle tarif etmeye çalışıyorum. Bunun nedeni, aynı resmin fotoğraf icat edildiğinde kendini tanıklık yapma zorunluğundan arındırdığı ve özgürleştiği gibi, fotoğrafın artık dünyayı belgeleme yanında yeni dünyalar yaratmak için de kullanılabiliyor olması.

Türkiye’de özellikle son 5-6 senede fotoğrafın koleksiyon değeri hayli arttı, daha önce zikretseniz herkesin “hadi canım!” diyeceği rakamlara fotoğraflar satılıyor. Tabi bununla birlikte edisyon kavramı iyice ciddiye alınmaya, satılan fotoğraflarla birlikte sertifikalar verilmeye başlandı. Çünkü yüksek fiyata fotoğraf satın alan koleksiyoner bu eserden başkalarında kaç tane olduğunu bilmek istiyor haklı olarak. Halbuki, toplamaya eski yıllarda başlamış olan ve çoğunlukla klasik eserlere sahip koleksiyonerler, önceleri böyle bir edisyon taahhüdü verilmediğini ya da aynı fotoğraftan 50 tane, hatta sınırsız sayıda olabileceğini bilirler. Şimdiyse bu sayının 1, 3, 5, 7, 12 gibi rakamlar arasında dolaştığını gözlüyoruz. Fiyatı yükselten bir diğer etken de baskı boyut, yöntem ve masraflarının değişmesi. Eskiden 20 x 30 cm gibi boyutlarda görmeye alıştığımız fotoğraf artık metrelerle telaffuz edilen ebatlarda ve diasec gibi pahalı yöntemlerle adeta bir “mücevher” gibi basılıyor, baskı masrafı binlerle lirayla ölçülüyor. Fotoğraf fiyatlarını yüksek bulanlar olabilir, ama tüm Türkiye sanatının fiyatı yüksek son zamanlarda; çünkü sermaye ortama balıklama daldı ve herkes bir şok içinde. Şok geçecek ve her şey normalize olacaktır…

Ciddiyetle fotoğraf koleksiyonu yapan çok sayıda kurum veya koleksiyoner yok ne yazık ki. Bireysel anlamda çok sayıda isim bilmiyorum maalesef; çağdaş fotoğrafı bitmeyen bir enerjiyle izleyen Tony Ventura, daha çok klasik eser toplayan Nejat Türkmen, genç nesilden Naim Nihmet bildiğim az sayıda fotoğraf koleksiyoneri (başka isimler varsa ne mutlu, atladıysam üzgünüm). Tanınmış diğer koleksiyonerler de fotoğraf alıyorlar ama fotoğraf koleksiyoneri değiller. Fotoğraf konusunda farklı bir bilinç geliştirmiş daha fazla sayıda koleksiyoner ve kuruma gereksinim olduğu açık.