Skip navigation

Tag Archives: turkey

Facsimile Vol.2’de yer alan Facsimile serisi, bir önceki serginiz ve seriniz olan Muta-morfoz’dan sonra nasıl bir kapı açıyor izleyiciye?

Kısaca açıklamaya çalışırsam, Muta-morfoz içeriği yoğunlaştırırken Facsimile seyreltiyor. Muta-morfoz şehirlerin kolektif yapısına, farklı zonların yanyanalığına, farklı kent bileşenlerinin vazgeçilmezliğine vurgu yaparken; Facsimile kentin içindeki güç dinamiklerini görünür kılmayı amaçlıyor.

“Yeni Türkiye” adlı bir monografiniz yayımlandı kısa süre önce. Bu kitapta 2000’li yıllardan bu yana ürettiğiniz işler bir araya getiriliyor. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda çekilen bu farklı seriler bu monografide nasıl bir “bir arada oluş” sergiliyor sizce?

Kitapta Türkiye’nin son zamanlarda içinden geçtiği süreçleri konu edinen bir sanat, fotoğraf ve metin birlikteliği var. Türkiye’nin son 10-20 yıllık dönemde bir atılım gerçekleştirdiğini, ya da atılım gerçekleştirmiş gibi durduğunu söylemek olası. Fotoğraf dolayısıyla gittiğim farklı yerlerde insanlarla sohbet etmeyi severim. Genellikle de siyasi konular açmayı tercih ederim, ki nabız tutabileyim. Bu sohbetlerden anladığım kadarı ile, sıkıntı çeken hala sıkıntı çekmeye devam ediyor. Sözü geçen atılım belli ki zaten zengin olana yaramış, özellikle de yandaş olanlara. Bu kitapta arka arkaya eklemlenen seriler bu duruma dikkat çekiyor. Örneğin, lüzumundan fazla hızla ilerleyen kentsel dönüşümü belgeleyen fotolar, insanların ellerinden gecekondularını 3 paraya alıp 33 paraya satan ve buna kentsel dönüşüm diyenlere gönderme yapıyor. Sanayiye odaklanan fotolar ise, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ülke olabilmesi için daha fazla üreten bir ülkeye dönüşmesi gerektiğini hatırlatıyor, devamlı ithal eden bir ülke değil. İnşaat süreci fotoğrafları; hem, gerçek değerinden kat kat fazlasına satılan sosyal konut kıvamındaki “rezidans”lara, hem de inşa kavramı üzerinden toplum mühendisliği olgusuna dikkat çekiyor. Bunların yanında; gelişmeyi yol yapmaktan ibaret sayan, toplu ulaşıma hala yeteri kadar yatırım yapmayan, özel arabaları kentin merkezinden uzak tutmayı bir türlü beceremeyen, 3. köprü, Kanal İstanbul gibi doğa katliamcısı projelere imza atmayı tercih eden rantçı zihniyetin ürünlerinin fotoğraflarını da bulabilirsiniz. Son olarak, kitabın tartışmaya açtığı diğer bir konu ise, sözde-kapitalist ekonominin vazgeçilmez bir parçası olan sanat ve sermaye arasındaki ilişkiler.

Sergi metinlerinde de “Yeni Türkiye”den ve ona dönük “kişiselleştirilmiş bir belgesel” yaklaşımından bahsediliyor. Fotoğraflarınızda, görsel deneyler ve estetik arayışların belge kavramıyla bir güç savaşına tutuştuğu oluyor mu?

Hayır. Belgesel fotoğraf da çekiyorum; örneğin, Gezi direnişi sırasında çektiklerim. Benim için kurgusal fotoğrafların yeri ayrı, belgesel fotoğrafların yeri ayrı; ama her ikisi de tersine amaçlarla kullanılabilir veya birbirlerini destekleyebilirler. Örnek vermem gerekirse; sanatsal motivasyonla ürettiğim Muta-morfoz serisi İstanbul kentinin talihsiz dönüşümünü anlatan belgesel bir kayıt olarak da kullanabilir, diğer yandan tümüyle belgesel amaçla ürettiğim kentsel yıkım fotoğraflarını sanatsal bir bağlamla da paylaşabilirim.

Bir söyleşinizde “fotoğraf sanatçısı” tanımlamasını kullanılmasını istemediğinizi okumuştum. “Sanatçı” ya da “fotoğrafçı” tanımlarını tercih ediyorsunuz. “Fotoğraf sanatçısı” nitelemesinde eksik ya da hatalı olan nedir sizce?

Her nasıl “heykel sanatçısı”, “resim sanatçısı”, “video sanatçısı” gibi terimleri kullanmıyorsak “fotoğraf sanatçısı” tanımını da kullanmamamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Son dönemlerde fotoğraf alanında sizi en çok heyecanlandıran projeler hangileri oldu?

Serkan Taycan’ın “İki Deniz Arası” projesi beni gerçekten heyecanlandırdı, şimdiye kadar rastladığım hayata en yakın sanat projelerinden birisi. Fotoğraf bize durumun temsilini iletir, bu yüzden fotoğrafçı bir aktarıcıdır ve o bize ne verirse onu kabullenmek durumundayızdır. Halbuki Serkan diyor ki: “Gel kendin bak, kendin gör!” Fotoğrafı temsilden öteye taşıyor bu proje, fotoğraf bir deneyim platformuna, sürece dönüşüyor.

Beni heyecanlandıran diğer bir proje ise, TED Konuşmaları Ödülü alan Fransız fotoğrafçı JR’ın insan portrelerini devasa boyutlarda binalara giydirerek kent ölçeğinde sergilemesi. Genellikle çeşitli toplumsal sorunlara odaklanan, şiddete veya baskıya maruz kalan insanları göz önüne taşıyan JR’ın; Filistin ve İsrail halkı ile gerçekleştirdiği, her iki taraftan portrelerin “öteki” tarafta büyük boyutlarda sergilendiği bir projesi de var. JR’ın icraatlarını anlattığı TED konuşmasını ne zaman öğrencilere göstersem; ya “onu buraya da çağıralım” ya da “biz de böyle bir proje yapalım” diyorlar.

Son olarak, geçenlerde monografik kitabımın son halini kontrole MAS Matbaa’ya gittiğimde, matbaanın patronu Ufuk Şahin Josef Koudelka’nın son projesi “The Wall”un kitabını gösterdi (ki ilginçtir bu proje de Filistin-İsrail çatışması üzerine); tek kelimeyle şahane… Koudelka benim çok saygı duyduğum biri; kendini her zaman aşabilen, bizleri şaşırtabilen ve ne çekeceğini, ne diyeceğini hep merak edeceğim bir fotoğrafçı.

Gerek Türkiye, gerekse uluslararası bazda fotoğraf üretimi ve koleksiyonerliği ne durumda sizce?

Bu soruya genel sanat halleri üzerinden cevap vereyim. Türkiye’de güven yaratan bir ortamın olduğunu söylemek zor. Son beş yıl içinde Türkiye sanatı fiyatları belli aktörler, artokratlar tarafından çok şişirildi. Bu dönemde Türkiyeli koleksiyonerler tarafından sanata ayrılan bütçe daha fazla, sanatçılar tarafından eserlerin üretimine ayırılan bütçe ise görece daha azdı. Galeriler ve sanatçılar bu durumdan bir pay çıkarıp daha şaşaalı, pahalı işler üretmeyi denediler; fakat bunun zamanlaması biraz yanlış oldu diye düşünüyorum, çünkü yanlış algılamıyorsam şayet, Türkiyeli koleksiyonerlerin Türkiye sanatına daha az bütçe ayırdıklarını gözlemlemeye başladım son zamanlarda. Bunun da nedeni fiyatların fazla şişmesi ve dünyaca tanınan önemli uluslararası sanatçıların küçük ebatlı ve/ya görece daha önemsiz işlerinin fiyatlarına yaklaşması ve hatta bazen geçmesi bence. Koleksiyonerler de “bu kadar para vereceksek bari dünya çapında bir isim olsun elimizde!” diye düşünmeye başladılar belki de.

Buradan şu noktaya geleyim: Ülkemizdeki sanat, kültür, teori, araştırma, kitap, yayın üretiminin hacmi, sanatçının rahat bir şekilde üretmeye devam etmesini sağlayacak mertebede değil. Bir çok sanatçı geçim derdinde ve bu yüzden sanat piyasasından gelen baskılara dayanmaları neredeyse imkansız. Devlet deseniz o başka bir mesele; devlet, sanatçısını çoğunlukla “terörist, çapulcu” olarak görüyor zaten, yandaş açıklamalarda bulunmadığınız sürece.

Bu verilerin ışığında, sanatçıyı, üretmeye devam edebilmesi için mali olarak destekleyecek koleksiyoner sayısı olması gerekenin çok altında. Bunun nedeni büyük olasılıkla güvensizlik, geleceğe cesaretle bakamama… Koleksiyoner sanatçının üretiminin sürekliliğinden, sanatçı ise koleksiyonerin desteğinin sürekliliğinden şüphe ediyor. SAHA gibi bir fon havuzunun başlaması çok iyiye işaret, yalnız bu fonların yönetimi ancak özel seçilmiş bazı kişilere erişim sağlayacak şekilde yürütülüyor ve sizi buraya önerecek artokratlarla aranız yoksa buralardan destek almanız çok zor. Bu yüzden bu tür destek fon havuzları sayısının artması gerekiyor.

Paris Photo’dan yeni döndünüz. Bu yılki fuarı nasıl yorumlarsınız?

Açıkça söylemem gerekirse, daha önceleri etkilendiğim kadar etkilenmedim. 2008 ve 2010’da gittiğim iki Paris Photo’da “yeni dünyalar” keşfetmiştim, bu sefer çok sayıda yeni yaklaşım gördüm hissi edinemedim maalesef. Çok sevdiğim işler vardı şüphesiz, fakat genel olarak bakarsak ve amiyane bir tabir kullanmama izin varsa, “dibim düşmedi.” Vintage fotoğrafların önceki senelere nazaran daha fazla sayıda sergilenmiş olması dikkatimi çeken bir başka nokta idi. Klasik fotoğrafların yüzdesinin yükselmesini ticari bulduğumu belirtmek isterim: Eserler küçük ebatlı ve taşıması kolay, bazen edisyon sayısı bile olmamasına rağmen fiyatlar binler veya onbinlerle avro yerine yüzbinlerle avroya kadar çıkabiliyor; kârlı iş…

Az da olsa stand tasarımındaki farklı 1-2 yaklaşım aklımda kaldı; özellikle Japonya’dan Taka Ishii Gallery, hem stand tasarımı, hem sergilenen fotoğrafların kalitesi hem de kartvizitlerinin sadeliği ile ayrı bir yerde duruyordu.

Hemen herkesin akıllı telefonlarıyla sürekli fotoğraf çekiyor olmasını ve dijital iletişim kanallarından bu denli yoğunlukta fotoğraf paylaşılması nasıl değerlendirilmeli / okunmalı sizce?

Daha önce sadece profesyoneller tarafından icra edilen (ya da edilmesi gerektiği düşünülen) yaratı platformları herkesin erişimine açık olunca ortaya bir imge üretimi enflasyonu çıkması çok doğal, ve gerekli. Zaman geçtikçe insanlar bundan bekledikleri hazzı tatmin ettikten, veya ettiklerini varsaydıktan sonra, ilk zamanlardaki kadar yoğunlukla bu eylemi tekrar etmeyeceklerdir diye düşünüyorum. Çektiğiniz fotoğrafların internet veya basılı medyadaki varlığının soluğunu ve değerini zaman belirleyecektir ve bir süre sonra doğal seleksiyon gereğince o fotoğraflar zihinlere kazınacak ya da zihinlerden silinecektir. Yani demem o ki; mevcut imge yoğunluğunu göz ardı etmeli, bu yoğunluk içinde kayda değer içeriği bulabilmek için de sabretmeliyiz.

Image

facsimile istanbul #1, murat germen 2012

ilk defa sergilenme / first exhibited @ C.A.M gallery booth, contemporary istanbul art fair 2012

Image

facsimile istanbul #1, murat germen 2012 – detail / detay

Image

facsimile istanbul #1, murat germen 2012 – detail / detay

 

Bu yazı, Muta-morfoz serisinin üzerine özellikle kaleme alınmış bir metin olarak görülmemeli. Serinin konsept metnini, sergi 17 Aralık 2011 tarihinde açıldıktan sonra gelen 5-6 adet röportaj talebi sonrası ortaya çıkan farklı metinlerden oluşan bir kolaj onu izliyor.

 

Dikkate değer geçmişleri olan kentlerde farklı halk ve zaman dilimleri tarafından bırakılan izler farklı katmanlarda bir arada var oluyorlar. Küresel eğilim ve ekonomik şartlar çok katmanlı bu geleneksel kent yapısını zorluyorlar. Dilini artık yerel sayamayacağımız evrensel bir mimarlık, kentsel büyüme ile birlikte eski dokuya taarruz ediyor. Bu müdahale genellikle büyük kapital destekli mutenalaştırma üzerinden ilerliyor ve kentsel doku ile bileşenlerini mutasyona, hatta onun da ötesinde metamorfoza uğratıyor. Bu etkileşimi ve ardından gelen doğal ayıklanmayı takiben; bazı yapıtaşları yok oluyor, diğerleri ise ancak dönüşerek ayakta kalabiliyor.

 

Mutasyon ve metamorfoz mefhumlarından türeyen “muta-morfoz” kavramı ve ona bağlı olarak üretilen işler panoramik kent tasvirlerinin yatay düzlemde sıkıştırılması ile elde edildi. Bu sıkıştırma eylemi, kentlerin tarihi yapı stoku; konut ve iş merkezlerini barındıran bölgelerinde, kentsel gelişmeye karşı durabilen ve duramayan bileşenlerin arasındaki dinamiğe dikkat çekiyor. Bu daralma sonunda elde edilen görsel kent tefsiri, daha güçlü olanın yaşamaya devam ettiği ve hayatın akışını değiştirdiği bir süreç olan evrim kavramına gönderme yapıyor.

 

Muta-morfoz serisi gözün tek bir bakışta göremediği içeriği tek bakışa sığdırıyor. Bu fotoğraflar belgesel nitelikte, çekim sonrası bilinçli bir ekleme veya çıkarma söz konusu değil; sadece görüntünün ufki düzlemde konsantre edilmesi sürecinde yok olan bazı kent bileşenleri var. Bu fotoğraflar üretildikleri yerde var olanı daha yoğunlaştırılmış olarak gösteriyorlar, bu görsel tasvirlerde kentleri daha hızlı bir şekilde anlatan bir ifade söz konusu. Hatta o derece hızlı bir anlatım var ki bir afallama yaratıyor, bazı kelimeleri duymuyorsunuz belki ama ortaya daha önce duymadığınız bir cümle çıkıyor.

 

Serideki fotoğraf tabanlı anlatım, kentleri gezdiğimde aklımda kalan bölük pörçük sözcükleri içeren bir sinopsis aslında. Diğer bir deyişle, içinden kareler düşürülmüş ve pürüzsüz bir devamlılığı olmayan, stop-motion tekniğindeki gibi kırık hareketler içeren bir video metrajı gibi. Panoramik görselleştirmenin getirdiği çok perspektifli çatkı ve egemen tek perspektifin olmaması hali ise, Osmanlı minyatürlerindeki görsel yapıyı hatırlatıyor olması dolayısı ile zamanımız küresel görsel temsilini yerel muadiline bağlıyor.

 

Minyatür, batılı perspektif kurallarını kullanmaz. Batı tarzı iki ya da üç kaçış noktalı perspektifte teknik tabiri ile oklüzyon vardır; yani, önde olan arkadakini kapatır, arkadakinin görsel tanımı dahil edilmez. Minyatür çizimlerinde oklüzyon yoktur, öndeki alttadır, arkadaki ise üsttedir. Nesneler birbirlerini örtmez, nesne tanımları olabildiğince bütünseldir, kısmi tanım yok gibidir. Bu yüzden, minyatür gözümüzün gördüğü şekilde aktarım yapmaz; yani gözü değil gönlü tasvir eder, aynı çocuk resimlerinde olduğu gibi. Sergide gördüğünüz işler de aynı böyle; gözün gördüğünü birebir aktarmıyor, aktarıcısının yorumunu katıyor, algısında önem verdiği noktaları vurguluyor. Diğer bir deyişle, nesnel / bilimsel / olgusal bir metin sunmuyor, roman gibi okunmayı bekliyor.

 

Bu fotoğraflarla, ne eski kuşağın yaptığı gibi İstanbul’u veya başka bir kenti olduğundan “güzel” göstermeyi amaçlıyorum, ne de bazı yeni kuşak eğilimlerdeki gibi lüzumundan fazla “çirkin” göstermeye çalışıyorum. Güzelliği ve çirkinliği aynı anda barındırmak; hem beni “trendy” sanat akımlarından uzak tutuyor, hem de çok sevdiğim bir kavram olan denge kavramını hatırla(t)mama zemin sağlıyor. Diğer yandan, İstanbul’un ne kadar hızlı devindiğine ve her şehrin kaldıramayacağı bu devinimi İstanbul’un nasıl soğurabildiğine dikkat çekmeye çalışıyorum. Bu tür özellikleri sayesinde bu kentin bir şeytan tüyü olduğuna inanıyorum; kendisi çökmedikçe, siz çözemedikçe daha da içine girmek isteyebiliyorsunuz. Artık tüm yerkürede yaşam çok hızlı akıyor. Ancak bu hıza adapte olabilen bireyler, oluşumlar ve kentler bu devinime dayanabiliyorlar. İstanbul zaten on yıllardır plansızlık, deprem korkusu, gecekondulaşma, betonlaşma, kirlenme gibi çeşitli sorunlarla boğuşmuş ve bu yüzden de büyük sorunlara bir çeşit bağışıklığı olan bir organizma. Bu yüzden de aksaklıklara direnci olan bir kent olarak nitelendirmek olası İstanbul’u: Metamorfoza, mutasyona gelir bir şehir burası…

 

İşler bazılarına sürrealist gibi görünebiliyorlar, ama direkt olarak realizmden beslenen bir gerçeküstücülük bu. Duyduğunuz bir hikayeyi başka kelime ve cümlelerle anlatıyor bu işler, bu yüzden sürrealist gibi görünüyorlar belki de…

Mimari eğitimini yıllar önce bir kenara bırakan ve görsel iletişim, fotoğraf sanatı üzerine yoğunlaşan Murat Germen, bir yandan da Sabancı Üniversitesi’nde akademisyen olarak genç neslin yetişmesine katkıda bulunuyor. “Muta-morfoz” adını verdiği serisinde, caz müziğine benzettiği İstanbul’u farklı bir gözle inceliyor ve sunuyor. İniş çıkışı, karmaşası, düzensizliği bol, şeytan tüyü eksik olmayan İstanbul fotoğraflarını, Murat Germen’in sanatını ve Türkiye’nin yakın tarihini konuştuk.

Artam Global Art olarak, Türk ve dünya çağdaş sanatını yakından takip etmeye çalışıyoruz ve Türkiye’deki sanatseverlere çağdaş sanatı tanıtmayı ve sevdirmeyi amaçlıyoruz. Sizin gibi deneyimli ve akademik çalışmalarına devam eden sanatçılar ile gerçekleştirdiğimiz röportajların bizi takip eden genç sanatçı ve sanatçı adayları için çok değerli bir bilgi aktarımı sağlayacağına inanıyoruz. Bu yüzden şöyle başlamak istiyoruz: 1980’ler Türkiye’de sosyal, ekonomik ve kültürel değişimin çok önemli kırılmaların başlamasına neden oldu. 1990’lar literatürde kayıp gençliğin (X generation) 10 yılı ilan edildi. Siz 2000’leri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de sanat nasıl bir noktaya ulaştı ya da ulaşıyor?

 

1980’ler askeri darbenin neden olduğu, ağır şoku atlatmaya çalışmakla geçti. Feodal bir toplumun böyle bir darbe silsilesinden geçmesine çok da şaşırmamak lazım. Bizim toplumumuzda mevcut her katmanda bunun izlerini görmek olası. En aydın, liberal, özgürlükçü geçinen insanlarda bile bir yüceleştirme, şeyhleştirme hali var. Birisi ikonik bir şahsiyeti ulu bir konuma taşırken, diğeri sırf ona karşı çıkayım diye bu topluma ait olmayan, küresel gibi duran ama aslında dünyaya egemen olanların dikte ettiği yüzeysel bazı yaklaşımları kutsallaştırıyor, başka bir kesim de bildik muhafazakar hayatına daha zenginleşmiş olarak devam ediyor. Bu farklı kesimlerdekilerin büyükçe bir çoğunluğu, düşüncelerine öyle bir fanatizmle bağlı ki, diğerleri ile iletişim kurmakta çok zorlanıyorlar; yobaz diye suçladıkları kesimler kadar yobazlaşıyorlar. Taassup ve beraberinde gelen önyargı her yerde ve bu yaklaşım, bir toplum için en zararlı durum belki de, çünkü ciddi bir parçalanma yaşanıyor.

 

1990’lar bu halden, bilinçli ya da bilinçsiz, ekonomik düzeyde kurtulunmaya çalışıldığı bir dönem olarak görülebilir. Daha yüksek GSMH, parçalanmış toplumu bir araya yapıştıran etkenlerden birisi; sağ eğilimli sivil hükümetin yeni ekonomi politikalarını benimseyen insanlar, para kazanma telaşıyla bu bağnazlıklarını unutur gibi oldular, çoğunluk aynı amacın peşinden koşmaya başladı. 2000’lere ise daha önce iktidar olmasına izin verilmeyen kesimin iktidarı damga vurdu ve onlara oy vermeyenlerin zihinlerinde doğan paranoyak tepkilerden dolayı tekrar parçalanma moduna geçildi. Bu dönemde daha önceleri tabu haline getirilmiş, lüzumundan fazla kutsallaştırılmış bazı kavramların sorgulanması yeni bir ivme getirir gibi oldu; halkın daha çok söz sahibi olması ihtimali heyecan yarattı. Fakat ne yazık ki, daha önceleri azınlık konumunda olan birçok insan grubu gibi bu grup da gücün, paranın, çoğunluk olmanın tılsımına kapıldı ve ivme durgunluğa dönüştü.

 

2000’leri, ekonominin 1990’larda olduğundan daha da iyiye gittiği; paranın, sahiplenildiği öne sürülen bazı ilkeleri neredeyse imha ettiği, kültür ve sanatın Türkiye’nin son zamanlarda güttüğü jeopolitik stratejinin araçlarından birisi olarak kullanıldığı zamanlar olarak değerlendirmek çok yanlış olmaz sanırım. Sermayenin de yakın ilgi, yardım ve sahiplenmesiyle dünya arenasına Türkiye sanatı diye bir kavram lanse edildi. Türkiye’de sanatın daha öncekinden çok daha farklı veya kaliteli bir konuma geldiğini düşünmüyorum, bu sadece finansal nedenlerden dolayı böyle gösterilmek isteniyor bence. Daha önceleri Batı sanatı taklit ve takip ediliyordu, şimdi de aynı olguyu gözlemlemek olası; yani, bu anlamda değişen pek bir şey yok. İşin ironik yanı, izi sürülen Batı sanatı ise, şu sıralar bir kısır döngü, tekrar içinde ve kabak tadı vermeye başladı. Türkiye’de değişen önemli bir konu ise şu: Daha fazla galeri, müze, sanatçı ve dolayısıyla dinamizm var. Nüfusumuz çok genç ve bu sayede ne mutlu ki çok sayıda genç sanatçımız var. Bakarsınız, dünya sanatında şahsen heyecanla beklediğim yeni bir kırılmanın gerçekleşeceği coğrafyalardan birisi bizimki olur. Marcel Duchamp, Joseph Beuys gibi sanatçıların başını çektiği, zamanında gerçekten devrimsel olan kırılma artık miadını tamamladı gibi görünüyor ve hatta devrim artık statükoya dönüştüğü için tersine çalışıyor. Son zamanlarda kavramsal sanat, izleyicisinden kopmaya başladı ve bu yüzden seçkinci, hatta umursamaz bir tavır içinde. Sergi gezmeden önce saatlerce araştırma yapmak zorunda bırakılıyorsunuz ve sonunda ortaya “bana ne yahu!” diyebileceğiniz gayet şahsi bir hikaye çıkıyor. İzleyicisini adam yerine koyarak, alana daha motive bir şekilde dönmesini sağlayacak, elitist olmayan, şimdikinden daha bağımsız, sığ mırıldanmalar ve sızlanmalardan daha çok insanın aklında şu veya bu şekilde yer edecek yeni bir sanat yaklaşımı lazım sanırım. Ya da belki sanat kendini tümüyle imha etmeli…

Arada kalmış bir genç kuşağın yetişmesinde bir akademisyen olarak da önemli rol alıyorsunuz. Bu arada kalıp sıkışma hali fotoğraf düzenlemelerinizde ve son serginizde ön plana çıkıyor. İstanbul’u sizin gözünüzden bir başka şekilde görüyoruz, peki biraz da sizden dinleyebilir miyiz?

 

Bu tuhaf ama şeytan tüyü olan şehirde 15 dakika içinde çok farklı gelir seviyesine sahip bir mahalleden diğerine geçiş yapmak olası. İstanbul’da planlama eksikliği yüzünden çok belirgin zonlar yok. Bu olgu bir yandan olumsuz olarak algılanabilecekken, diğer yandan da demokratik olarak tanımlanabilecek ve kendisine hayran bırakan biricik titreşimin oluşmasına yol açan özelliklerden birisi. İstanbul’u caz müziğine benzetiyorum; ritmini ve sekansını öngöremezsiniz, aynı cazdaki gibi sizi sevindiren “inside”ları, şaşırtan “outside”ları vardır. Olumlu, olumsuz ya da hem olumlu hem olumsuz bir etki bırakır sizde, unutamazsınız; “daha önce böyle bir tını duymamıştım” dersiniz…

 

Yukarıda tanımlamaya çalıştığım üzere İstanbul zaten bir kolaj-şehir. “Muta-morfoz” serisi bunu daha belirgin hale getiriyor. Gözün tek bir bakışta göremediği içeriği tek bakışa sığdırıyor. İşin ilginç tarafı, her ne kadar öyle durmasa da, bu fotoğraflar aslında bütünüyle belgesel nitelikte. Ortaya çıkan işlerde çekim sonrası ekleme veya çıkarma kesinlikle söz konusu değil, sadece sıkıştırma sürecinde yok olan bazı bileşenler var. Muta-morfoz tasvirlerinde İstanbul’u (ve diğer kentleri) daha hızlı bir şekilde anlatan bir ifade var. Hatta o derece hızlı anlatıyor ki bir afallama yaratıyor, bazı kelimeleri duymuyorsunuz belki ama ortaya daha önce duymadığınız bir cümle çıkıyor.

Türkiye’de genelde çok ciddi bir çarpık kentleşme var. 1980’ler ve 1990’lardaki gecekondulaşma süreci yerini kimi şehirlerde apartmankondulara da bırakıyor. Mimar gözüyle bir fotoğrafçı olarak bu süreci belgeleyen bir tarafınız var. Fotoğrafın bir arşiv üretme tarafı çok değerli… Bu değeri sizin eserlerinizde izlemek de bir o kadar buruk… Sizin projelerinizde amaç nedir? Süreç ve projeyi oluşturma süreci nasıl gelişiyor?

 

İstanbul öyle devingen bir kent ki, burada ürettiğiniz her fotoğraf tarihi belgeleyen arşiv malzemesi niteliğine çok kısa bir zaman içerisinde bürünebiliyor. Ama belge fotoğrafçısı veya arşivci olmadığım için asli amacım ve vaadim kentin gidişatının külliyatını üretmek değil. Bu amaç için gereken genişlikte bir yelpazede kayıt tutmuyorum zaten. Benim projelerimde amaç; üzerine çalıştığım kent, konu, kavram, mekan, ortam her ne ise onları becerebildiğim kadarı ile normal algıları dışında farklı bir algı ile sunmak. Önyargılara, yerleşik tanımlara, kestirip atmalara, dogmalara, kibire alerjim var. Fotografik tasvirlerimle bu kes(k)in tavırlara karşı durmaya çalışıyorum. İşlerime dair beni en mutlu eden yorumlar işin güzelliği veya estetiğiyle ilgili olanlar değil, anlatımın ve aktarılanın kendine haslığıyla ilgili olanlar.

Artık herkes fotoğrafçı… Herkesin elinde süper zoom yapan, dijital makineler var. Hatta kimisinde oldukça profesyonel makineler de görmek mümkün. Her yerde fotoğraf atölyeleri var, siz de hatta kimi zaman yurt içinde ve yurt dışındaki bu tarz atölyelerde yer alıyorsunuz. Fotoğrafa olan bu eğilimi (tabii ki ciddi anlamda tüketim toplumunun da yönlendirmesi ile patlama yaşayan) nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu durum, teknolojinin herkesin kullanımına açık olacak kadar ucuzlaması ile ilgili. Dünya tarihinde her aşamada bu gelişmeyi izlemek olası. Belli bir teknoloji, yöntem ilk ortaya çıktığında devlet, kurum, şirket, aristokrasi, yüksek gelir grubu gibi ayrıcalıklı grupların elinden hiyerarşik bir dizilenmeden geçtikten sonra halkın eline geliyor. Halkın eline geldiğinde ise bu teknoloji, yöntem ile üretilen yaratılar son noktayı koyuyor ve sonrasında yeni bir teknolojiye geçiliyor. Türkiye gibi dini nedenlerden dolayı imge üretmekte çok gecikmiş bir coğrafya için, bu patlamayı çok olumlu buluyorum. Bunun diğer bir faydası da şu: Daha önce ışık, kompozisyon, netlik gibi görece daha kolay sayabileceğimiz teknik becerilere dayanarak üretilmiş “ustalık” tanımları artık değişmek durumunda kaldı. Artık ustalığın başka kriterlerle tanımlanması söz konusu.

Farklı üniversitelerde dersler veriyorsunuz, kimi zaman davet üzerine farklı şehirlerde farklı öğrenci profilleri ile karşılaşıyorsunuz. Yeni nesil nasıl?

 

Farklı üniversitelerde çalıştıktan sonra, on yıldır Sabancı Üniversitesi’nde tam zamanlı olarak ders veriyorum. Hayatımda ilk defa bir kurumda bu kadar uzun süre kaldım, buna okulun sağladığı akademi ve araştırma ortamının kalitesi yol açtı. Bunun dışında çok sayıda farklı kurum ve yapılanmadan davet alıp zamanımın elverdiği kadarıyla hiçbirini aksatmadan gidiyorum ve çok farklı profillerle karşılaşıyorum dediğiniz gibi. Genelde devlet üniversiteleri ve İstanbul dışı kurumlardaki ilgiyi, paylaşımı daha sahici, sıcak, verimli ve kayda değer buluyorum. Öğrencilerimi pek çok yurtiçi ve yurtdışı fırsattan haberdar ediyorum, katılmalarını teşvik etmeye çalışıyorum. Aralarında çok ciddiyetli ve bunun değerini bilenler olsa da bazılarının kayıtsızlığı, minnetsizliği beni şaşırtıyor. Tamam, yeni neslin çeşitli donanımlara erişimi daha kolay bizim zamanlara göre; ama bir şeyi kaçırınca da kaçırıyorsun, bunun farkında olduklarını sanmıyorum.

Bu kadar gençleri konuştuk, onlara tavsiyelerinizi de öğrenebilir miyiz? Genç fotoğrafçılar, tasarımcılar ve mimarlar için önerileriniz nelerdir?

 

Uzun süredir mimarlık yapmadığım için, bir tavsiye vermem yersiz olur. Sadece mimarlığın sermayeye çok bağımlı olduğunu ve bu yüzden de birey olarak bağımsız kalmanın hiç kolay olmadığını hatırlatmak isterim. Tasarım alanında ise, bir ürünün gerekenden daha pahalıya satılmasını sağlayan tasarımlardan daha çok; kanaatkâr yaşam biçimlerini destekleyen, hayatımızı gerçekten kolaylaştıran ve ehven fiyatlı, elitist olmayan tasarımlara gereksinim olduğunu düşünüyorum. Genç sanatçıları ise şu konuda uyarmak isterim: Piyasa, sanatı yatırım aracı olarak kullanıyor, bu yüzden sanatçının “kullanım süresi”nin olabildiğince uzun olmasını tercih ediyor. Son zamanlardaki genç sanatçı pompalaması ve pohpohlanması biraz da bu yüzden yapılıyor. Piyasanın gazına gelip “neydim ne oldum” hallerine girmemeyi tavsiye ederim. Bu piyasa sizi nasıl yükseltirse aynı rahatlıkta alaşağı da edebilir, çok az sayıda kişi sizin eserinizin sanatsal kalitesi ile ilgileniyor. Burada önemli olan piyasada beraber çalıştığınız bireylere vefa göstermeniz, karşılayamayacağınız ve fazlaca idealize edilmiş vaatlerde bulunmamanız (ki ilerde tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalmayın), yaşı ne olursa olsun diğer sanatçılara saygı göstermeniz ve en önemlisi, her daim çalışkan olmanız…

http://www.facebook.com/media/set/?set=a.10150338295554409.414044.690154408