Mimari eğitimini yıllar önce bir kenara bırakan ve görsel iletişim, fotoğraf sanatı üzerine yoğunlaşan Murat Germen, bir yandan da Sabancı Üniversitesi’nde akademisyen olarak genç neslin yetişmesine katkıda bulunuyor. “Muta-morfoz” adını verdiği serisinde, caz müziğine benzettiği İstanbul’u farklı bir gözle inceliyor ve sunuyor. İniş çıkışı, karmaşası, düzensizliği bol, şeytan tüyü eksik olmayan İstanbul fotoğraflarını, Murat Germen’in sanatını ve Türkiye’nin yakın tarihini konuştuk.
Artam Global Art olarak, Türk ve dünya çağdaş sanatını yakından takip etmeye çalışıyoruz ve Türkiye’deki sanatseverlere çağdaş sanatı tanıtmayı ve sevdirmeyi amaçlıyoruz. Sizin gibi deneyimli ve akademik çalışmalarına devam eden sanatçılar ile gerçekleştirdiğimiz röportajların bizi takip eden genç sanatçı ve sanatçı adayları için çok değerli bir bilgi aktarımı sağlayacağına inanıyoruz. Bu yüzden şöyle başlamak istiyoruz: 1980’ler Türkiye’de sosyal, ekonomik ve kültürel değişimin çok önemli kırılmaların başlamasına neden oldu. 1990’lar literatürde kayıp gençliğin (X generation) 10 yılı ilan edildi. Siz 2000’leri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de sanat nasıl bir noktaya ulaştı ya da ulaşıyor?
1980’ler askeri darbenin neden olduğu, ağır şoku atlatmaya çalışmakla geçti. Feodal bir toplumun böyle bir darbe silsilesinden geçmesine çok da şaşırmamak lazım. Bizim toplumumuzda mevcut her katmanda bunun izlerini görmek olası. En aydın, liberal, özgürlükçü geçinen insanlarda bile bir yüceleştirme, şeyhleştirme hali var. Birisi ikonik bir şahsiyeti ulu bir konuma taşırken, diğeri sırf ona karşı çıkayım diye bu topluma ait olmayan, küresel gibi duran ama aslında dünyaya egemen olanların dikte ettiği yüzeysel bazı yaklaşımları kutsallaştırıyor, başka bir kesim de bildik muhafazakar hayatına daha zenginleşmiş olarak devam ediyor. Bu farklı kesimlerdekilerin büyükçe bir çoğunluğu, düşüncelerine öyle bir fanatizmle bağlı ki, diğerleri ile iletişim kurmakta çok zorlanıyorlar; yobaz diye suçladıkları kesimler kadar yobazlaşıyorlar. Taassup ve beraberinde gelen önyargı her yerde ve bu yaklaşım, bir toplum için en zararlı durum belki de, çünkü ciddi bir parçalanma yaşanıyor.
1990’lar bu halden, bilinçli ya da bilinçsiz, ekonomik düzeyde kurtulunmaya çalışıldığı bir dönem olarak görülebilir. Daha yüksek GSMH, parçalanmış toplumu bir araya yapıştıran etkenlerden birisi; sağ eğilimli sivil hükümetin yeni ekonomi politikalarını benimseyen insanlar, para kazanma telaşıyla bu bağnazlıklarını unutur gibi oldular, çoğunluk aynı amacın peşinden koşmaya başladı. 2000’lere ise daha önce iktidar olmasına izin verilmeyen kesimin iktidarı damga vurdu ve onlara oy vermeyenlerin zihinlerinde doğan paranoyak tepkilerden dolayı tekrar parçalanma moduna geçildi. Bu dönemde daha önceleri tabu haline getirilmiş, lüzumundan fazla kutsallaştırılmış bazı kavramların sorgulanması yeni bir ivme getirir gibi oldu; halkın daha çok söz sahibi olması ihtimali heyecan yarattı. Fakat ne yazık ki, daha önceleri azınlık konumunda olan birçok insan grubu gibi bu grup da gücün, paranın, çoğunluk olmanın tılsımına kapıldı ve ivme durgunluğa dönüştü.
2000’leri, ekonominin 1990’larda olduğundan daha da iyiye gittiği; paranın, sahiplenildiği öne sürülen bazı ilkeleri neredeyse imha ettiği, kültür ve sanatın Türkiye’nin son zamanlarda güttüğü jeopolitik stratejinin araçlarından birisi olarak kullanıldığı zamanlar olarak değerlendirmek çok yanlış olmaz sanırım. Sermayenin de yakın ilgi, yardım ve sahiplenmesiyle dünya arenasına Türkiye sanatı diye bir kavram lanse edildi. Türkiye’de sanatın daha öncekinden çok daha farklı veya kaliteli bir konuma geldiğini düşünmüyorum, bu sadece finansal nedenlerden dolayı böyle gösterilmek isteniyor bence. Daha önceleri Batı sanatı taklit ve takip ediliyordu, şimdi de aynı olguyu gözlemlemek olası; yani, bu anlamda değişen pek bir şey yok. İşin ironik yanı, izi sürülen Batı sanatı ise, şu sıralar bir kısır döngü, tekrar içinde ve kabak tadı vermeye başladı. Türkiye’de değişen önemli bir konu ise şu: Daha fazla galeri, müze, sanatçı ve dolayısıyla dinamizm var. Nüfusumuz çok genç ve bu sayede ne mutlu ki çok sayıda genç sanatçımız var. Bakarsınız, dünya sanatında şahsen heyecanla beklediğim yeni bir kırılmanın gerçekleşeceği coğrafyalardan birisi bizimki olur. Marcel Duchamp, Joseph Beuys gibi sanatçıların başını çektiği, zamanında gerçekten devrimsel olan kırılma artık miadını tamamladı gibi görünüyor ve hatta devrim artık statükoya dönüştüğü için tersine çalışıyor. Son zamanlarda kavramsal sanat, izleyicisinden kopmaya başladı ve bu yüzden seçkinci, hatta umursamaz bir tavır içinde. Sergi gezmeden önce saatlerce araştırma yapmak zorunda bırakılıyorsunuz ve sonunda ortaya “bana ne yahu!” diyebileceğiniz gayet şahsi bir hikaye çıkıyor. İzleyicisini adam yerine koyarak, alana daha motive bir şekilde dönmesini sağlayacak, elitist olmayan, şimdikinden daha bağımsız, sığ mırıldanmalar ve sızlanmalardan daha çok insanın aklında şu veya bu şekilde yer edecek yeni bir sanat yaklaşımı lazım sanırım. Ya da belki sanat kendini tümüyle imha etmeli…
Arada kalmış bir genç kuşağın yetişmesinde bir akademisyen olarak da önemli rol alıyorsunuz. Bu arada kalıp sıkışma hali fotoğraf düzenlemelerinizde ve son serginizde ön plana çıkıyor. İstanbul’u sizin gözünüzden bir başka şekilde görüyoruz, peki biraz da sizden dinleyebilir miyiz?
Bu tuhaf ama şeytan tüyü olan şehirde 15 dakika içinde çok farklı gelir seviyesine sahip bir mahalleden diğerine geçiş yapmak olası. İstanbul’da planlama eksikliği yüzünden çok belirgin zonlar yok. Bu olgu bir yandan olumsuz olarak algılanabilecekken, diğer yandan da demokratik olarak tanımlanabilecek ve kendisine hayran bırakan biricik titreşimin oluşmasına yol açan özelliklerden birisi. İstanbul’u caz müziğine benzetiyorum; ritmini ve sekansını öngöremezsiniz, aynı cazdaki gibi sizi sevindiren “inside”ları, şaşırtan “outside”ları vardır. Olumlu, olumsuz ya da hem olumlu hem olumsuz bir etki bırakır sizde, unutamazsınız; “daha önce böyle bir tını duymamıştım” dersiniz…
Yukarıda tanımlamaya çalıştığım üzere İstanbul zaten bir kolaj-şehir. “Muta-morfoz” serisi bunu daha belirgin hale getiriyor. Gözün tek bir bakışta göremediği içeriği tek bakışa sığdırıyor. İşin ilginç tarafı, her ne kadar öyle durmasa da, bu fotoğraflar aslında bütünüyle belgesel nitelikte. Ortaya çıkan işlerde çekim sonrası ekleme veya çıkarma kesinlikle söz konusu değil, sadece sıkıştırma sürecinde yok olan bazı bileşenler var. Muta-morfoz tasvirlerinde İstanbul’u (ve diğer kentleri) daha hızlı bir şekilde anlatan bir ifade var. Hatta o derece hızlı anlatıyor ki bir afallama yaratıyor, bazı kelimeleri duymuyorsunuz belki ama ortaya daha önce duymadığınız bir cümle çıkıyor.
Türkiye’de genelde çok ciddi bir çarpık kentleşme var. 1980’ler ve 1990’lardaki gecekondulaşma süreci yerini kimi şehirlerde apartmankondulara da bırakıyor. Mimar gözüyle bir fotoğrafçı olarak bu süreci belgeleyen bir tarafınız var. Fotoğrafın bir arşiv üretme tarafı çok değerli… Bu değeri sizin eserlerinizde izlemek de bir o kadar buruk… Sizin projelerinizde amaç nedir? Süreç ve projeyi oluşturma süreci nasıl gelişiyor?
İstanbul öyle devingen bir kent ki, burada ürettiğiniz her fotoğraf tarihi belgeleyen arşiv malzemesi niteliğine çok kısa bir zaman içerisinde bürünebiliyor. Ama belge fotoğrafçısı veya arşivci olmadığım için asli amacım ve vaadim kentin gidişatının külliyatını üretmek değil. Bu amaç için gereken genişlikte bir yelpazede kayıt tutmuyorum zaten. Benim projelerimde amaç; üzerine çalıştığım kent, konu, kavram, mekan, ortam her ne ise onları becerebildiğim kadarı ile normal algıları dışında farklı bir algı ile sunmak. Önyargılara, yerleşik tanımlara, kestirip atmalara, dogmalara, kibire alerjim var. Fotografik tasvirlerimle bu kes(k)in tavırlara karşı durmaya çalışıyorum. İşlerime dair beni en mutlu eden yorumlar işin güzelliği veya estetiğiyle ilgili olanlar değil, anlatımın ve aktarılanın kendine haslığıyla ilgili olanlar.
Artık herkes fotoğrafçı… Herkesin elinde süper zoom yapan, dijital makineler var. Hatta kimisinde oldukça profesyonel makineler de görmek mümkün. Her yerde fotoğraf atölyeleri var, siz de hatta kimi zaman yurt içinde ve yurt dışındaki bu tarz atölyelerde yer alıyorsunuz. Fotoğrafa olan bu eğilimi (tabii ki ciddi anlamda tüketim toplumunun da yönlendirmesi ile patlama yaşayan) nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durum, teknolojinin herkesin kullanımına açık olacak kadar ucuzlaması ile ilgili. Dünya tarihinde her aşamada bu gelişmeyi izlemek olası. Belli bir teknoloji, yöntem ilk ortaya çıktığında devlet, kurum, şirket, aristokrasi, yüksek gelir grubu gibi ayrıcalıklı grupların elinden hiyerarşik bir dizilenmeden geçtikten sonra halkın eline geliyor. Halkın eline geldiğinde ise bu teknoloji, yöntem ile üretilen yaratılar son noktayı koyuyor ve sonrasında yeni bir teknolojiye geçiliyor. Türkiye gibi dini nedenlerden dolayı imge üretmekte çok gecikmiş bir coğrafya için, bu patlamayı çok olumlu buluyorum. Bunun diğer bir faydası da şu: Daha önce ışık, kompozisyon, netlik gibi görece daha kolay sayabileceğimiz teknik becerilere dayanarak üretilmiş “ustalık” tanımları artık değişmek durumunda kaldı. Artık ustalığın başka kriterlerle tanımlanması söz konusu.
Farklı üniversitelerde dersler veriyorsunuz, kimi zaman davet üzerine farklı şehirlerde farklı öğrenci profilleri ile karşılaşıyorsunuz. Yeni nesil nasıl?
Farklı üniversitelerde çalıştıktan sonra, on yıldır Sabancı Üniversitesi’nde tam zamanlı olarak ders veriyorum. Hayatımda ilk defa bir kurumda bu kadar uzun süre kaldım, buna okulun sağladığı akademi ve araştırma ortamının kalitesi yol açtı. Bunun dışında çok sayıda farklı kurum ve yapılanmadan davet alıp zamanımın elverdiği kadarıyla hiçbirini aksatmadan gidiyorum ve çok farklı profillerle karşılaşıyorum dediğiniz gibi. Genelde devlet üniversiteleri ve İstanbul dışı kurumlardaki ilgiyi, paylaşımı daha sahici, sıcak, verimli ve kayda değer buluyorum. Öğrencilerimi pek çok yurtiçi ve yurtdışı fırsattan haberdar ediyorum, katılmalarını teşvik etmeye çalışıyorum. Aralarında çok ciddiyetli ve bunun değerini bilenler olsa da bazılarının kayıtsızlığı, minnetsizliği beni şaşırtıyor. Tamam, yeni neslin çeşitli donanımlara erişimi daha kolay bizim zamanlara göre; ama bir şeyi kaçırınca da kaçırıyorsun, bunun farkında olduklarını sanmıyorum.
Bu kadar gençleri konuştuk, onlara tavsiyelerinizi de öğrenebilir miyiz? Genç fotoğrafçılar, tasarımcılar ve mimarlar için önerileriniz nelerdir?
Uzun süredir mimarlık yapmadığım için, bir tavsiye vermem yersiz olur. Sadece mimarlığın sermayeye çok bağımlı olduğunu ve bu yüzden de birey olarak bağımsız kalmanın hiç kolay olmadığını hatırlatmak isterim. Tasarım alanında ise, bir ürünün gerekenden daha pahalıya satılmasını sağlayan tasarımlardan daha çok; kanaatkâr yaşam biçimlerini destekleyen, hayatımızı gerçekten kolaylaştıran ve ehven fiyatlı, elitist olmayan tasarımlara gereksinim olduğunu düşünüyorum. Genç sanatçıları ise şu konuda uyarmak isterim: Piyasa, sanatı yatırım aracı olarak kullanıyor, bu yüzden sanatçının “kullanım süresi”nin olabildiğince uzun olmasını tercih ediyor. Son zamanlardaki genç sanatçı pompalaması ve pohpohlanması biraz da bu yüzden yapılıyor. Piyasanın gazına gelip “neydim ne oldum” hallerine girmemeyi tavsiye ederim. Bu piyasa sizi nasıl yükseltirse aynı rahatlıkta alaşağı da edebilir, çok az sayıda kişi sizin eserinizin sanatsal kalitesi ile ilgileniyor. Burada önemli olan piyasada beraber çalıştığınız bireylere vefa göstermeniz, karşılayamayacağınız ve fazlaca idealize edilmiş vaatlerde bulunmamanız (ki ilerde tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalmayın), yaşı ne olursa olsun diğer sanatçılara saygı göstermeniz ve en önemlisi, her daim çalışkan olmanız…