Skip navigation

FOTOĞRAFÇI VS..: ORHAN CEM ÇETİN
RÖPORTAJ: Şirin AYDIN
“Nasıl? Bunun fotoğrafını mı çekmiş?”… Orhan Cem Çetin’in fotoğraflarını ilk izlediğimde verdiğim tepki buydu sanırım. Herkesin aklına gelecekmiş gibi duran ama tam da öyle olduğu için kimsenin aklına gelmeyen konular; kimsenin çekmediği fotoğraflar… Fotoğrafla derdini anlatabilen en yaratıcı isimlerden biri bana göre. Fotoğrafın peşinde koşmak yerine, peşinde koştuklarının fotoğrafını çekenlerden…
Yine böyle bir özportre fotoğrafının yer aldığı “Kimlikler Lütfen” sergisi için Ankara’daydı Orhan Cem Çetin. Cer Modern’de farklı disiplinlerin buluştuğu sergiyi gezmek de, Orhan Cem Çetin’le söyleşi yapmak da çok keyifliydi.
Kendinizi, kendi dilinizle nasıl tanıtırsınız?
Ben en kısa “fotoğrafçı vs.” diye tanımlıyorum kendimi. Ana işim her zaman fotoğraf olmuştur ama bunun dışına çıktığım da oluyor. Başka alanlarda da iş yapıyorum ve bunlarla fotoğrafı birleştiriyorum. Yazıyorum örneğin. Başka bir mesleğim çevirmenliktir. Aldığım eğitimin fotoğrafla ilgisi zaten yok. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, Türkiye’de fotoğraf eğitimi veren bir kurum yoktu. Psikoloji eğitimi aldım. Biraz çalıştım da o alanda. Çocuklarla ilgili bazı şeyler yaptım, yuva öğretmenliği gibi. Son yıllarda ses ve müzikle uğraşıyorum. Bunların hepsini birleştirmeye çalışıyorum.
Ancak, dediğim gibi ana işim fotoğraf olmuştur her zaman. Sadece sanat yönüyle değil ticari yönüyle de ilgilendim. Fotoğraf malzemesi ithal eden firmalarda çalıştım yıllarca. 15 yıl reklam fotoğrafçılığı yaptım. Şu anda eğitimini veriyorum.
Psikolojinin fotoğrafa etkisini gördünüz mü?
Çok büyük etkisi var tabii ki. Sanat mecrası olarak fotoğrafı kullandığımda, psikoloji eğitimi büyük bir fark yaratıyor. Çünkü hem içerikle ilgili, insan tabiatına dair, varoluşa dair bakışımı etkiliyor. Artı sunuşta da alıgıyla ilgili, izleyiciye ne geçecek, iş nasıl okunacak, bununla ilgili de az çok fikir sahibi olduğum için, aldığım eğitimi ve üzerine kendi inşa ettiğim deneyimleri kullandığımı söyleyebilirim. Fotoğrafla uğraşan herkese de, psikoloji olmasa bile sosyal bilimlerle, sosyolojiyle, felsefeyle, siyasetle ilgilenmelerini salık veriyorum. Diğer türlü, derinlikten yoksun, yalnızca dekoratif çalışmalar ortaya çıkabiliyor.
Fotoğrafın kavramsal yönüne ağırlık veren çalışmalara imza atıyorsunuz. Sizi kavramasal fotoğrafa yönelten ne oldu?
Ben çocuk yaşlarda başladım fotoğrafa. Çocuk aklıyla ne kadar derinlemesine fotoğraflar üretebilirsin ki. Benim için daha çok kırık bir oyuncağın içine bakmak gibiydi. Nasıl çalışıyor, nasıl meydana geliyor? O yüzden çok uzun bir süre benim için fotoğraf çok teknik bir konuydu. Sürekli yeni yöntemler deniyordum. Hedefte, teknik konularda ustalaşmak vardı. Başka türlüsünü akıl edemiyordum. Karanlık oda deneyleri yapıyordum. Bir filmi daha farklı bir yöntemle banyo edersem, bir maddeyi değiştirirsem ya da başka bir şey yaparsam nasıl sonuçlar elde ederim, daha iyi fotoğraflara nasıl ulaşabilirim diye kendimce uğraşıyordum. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde, çok aktif bir kulüp ile tanıştım: Büfok. Çok sonraları Geniş Açı dergisini çıkaran grubun da yetiştiği kulüp. Orada işler değişmeye başladı. İfadenin ne olduğunu görmeye,  fotoğrafın içinde ne olduğunu daha fazla önemsemeye başladım. Sahnelenmiş fotoğraf daha çok ilgimi çekmeye başladı. Kafamda oluşturduğum bir görüntüyü fotoğrafa nasıl dönüştürebilirim? Sokakta gördüğüm bir şeyin fotoğrafını çekmektense o durumu yaratıp fotoğrafını çekmek bana daha anlamlı gelmeye başladı. Bunu yaptığım zaman, sahnelenmiş bir fotoğraf ürettiğim zaman, ya da deneysel bir teknikle bir fotoğraf ürettiğim zaman, o fotoğraf bütünüyle bana ait oluyordu.
İlham kaynaklarınız nedir?
İlham kaynaklarım, diğer fotoğrafçıların işleri ve okuduğum her şey, her türlü birikimim, gündelik deneyimler, gündelik konuşmalar, dinlediğim veya icra ettiğim müzik vs. vs.
Çok yaratıcı bir tarzınız var, ben bazı çalışmalarınızı izlerken çarpılmıştım mesela. 5 cm’den Roma, Böyle fotoğraflar yok, gibi.. sadece fotoğraf değil, yaratıcı-deneysel çalışmalar…
Teşekkür ederim. Gerçi ben deneysel sözcüğünü kullanmıyorum artık. Bir dönem, bir grup fotoğrafçı, öyle tarif ettik kendimizi. Fotoğrafta alternatif yöntemler, alternatif sunuşlar, sınırları zorlayan çalışmalar yapıyorduk. Buna da “deneysel fotoğraf” diyorduk. Sonradan ben bu sözü sevmemeye başladım. Deneysel dendiğinde adeta, bir deney yapılıyor ve bir türlü sonuç alınamıyor gibi bir anlam çıkıyor. Oysa öyle bir şey yok. Deneyler gizli saklı yapılır; ortaya “işte budur!” dediğin bir sonuç çıktığında da artık deney bitmiştir. O anlamda ben bu sözcükten kaçınmnaya başladım. Yaratıcı fotoğraf ya da kavramsal fotoğraf, sahnelenmiş fotoğraf gibi tanımları kullanıyorum. Veya bir isim koymuyorum. Fotografik yerleştirme, görüntü gösterisi gibi kaçamak isimler de kullanıyorum. Ama tabii ki bir işin fotoğraf olarak algılanması, gerçeklikle bağının kurulması bakımından çok önemli. Sizin sözünü ettiğiniz “Böyle fotoğraflar yok,” 1997’de yaptığım bir sergiydi. Sergide metinler vardı, fotoğraf yoktu. Bu seride her metin bir fotoğrafı anlatır. Metinlerin her birinin bir fotoğrafın tasviri olarak algılanması çok önemli zira ben bunu bir sahnenin doğrudan tasviri olarak da yapabilirdim, ki bir roman ya da bir öykü okuduğunuz zaman baştan aşağı tasvirdir. Ama ben “Böyle bir sokak var,” demiyorum, “Böyle bir sokağın fotoğrafı var,” diyorum. Onu bir fotoğraf olarak hayal ettiğinizde iş değişiyor.
Birçok çalışmalarınız filmle yapılmış çalışmalar, son birkaç yıldır dijitalle çalışıyorsunuz. Dijitalle birlikte kavramlar değişmeye başladı. Hem fotoğraf hem fotoğrafçı tanımı değişmeye başladı. Kavramsal fotoğraf dediğiniz şeyler kolay üretilebilir hale geldi. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz. Dijital fotoğraf ne ifade ediyor sizi için?
Dijital fotoğraftan söz edecek olursak ben Türkiye’de bunu ilk kullananlardan biriyim. Benim 1993 yılının sonlarında ürettiğim Renk’arnasyon başlıklı bir serim var. Şok ediciydi birçok kişi için. Çünkü dijital fotoğraf denen şey daha yeni yeni konuşuluyordu ve hiçbir şekilde ciddiye alınmıyordu. Ne bir ticari uygulamada ne de sanatsal bir uygulamada kullanılabileceği düşünülmüyordu. Daha çok kimlik sistemlerinde, konferanslardaki sunularda vs. basit şekilde kullanılıyordu. Ben bu teknolojinin ek yaratıcı imkanlar sağlayabileceğini düşünüp denemeye başladım, çok derme çatma bir şekilde. O seri ortaya çıktı ve müthiş reaksiyon gördü. Birçok kişi arasında dijital fotoğrafın fotoğraf olmadığı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açan, bunu başlatan bir seridir. Açıkça bana fotoğrafı “soysuzlaştırdığım”, fotoğrafı fotoğraf olmaktan çıkardığım söylendi. Ben de ısrarla dedim ki, “Bu sizi ilgilendirmez, benim kendi çektiğim bir fotoğraf ve canım ne isterse yaparım ben ona”. Bunun fotoğraf olup olmadığını sorulamak, kimsenin haddi değil. Ben kendi çektiğim bir fotoğrafı dönüştürüyorum. Onun auteur’ü olarak, onu yaratan kişi olarak, bu benim hakkım. Herekese bunu beyan etmeye çalışıyorum yıllardır. Kendi oluşturduğun görüntüye sen canın ne isterse yaparsın. Ortadan da yırtarsın ters de çevirirsin, canın ne isterse yaparsın. Kimse beğenmeyebilir tabii ki, ona hiç hitap etmeyebilir. Her neyse, benim için o sırada ilginçti. Bilgisayar ortamında çalışıldığı için kolaya kaçmak olarak da algılandı. Oysa tam tersine müthiş zor bir işe kalkıştığımı hemen anlamıştım. Dijital fotoğraftaki en büyük zorluk, eğer manipülasyondan bahsediyorsak, nerede duracağını bilmektir. Hiç durmadan dönüp baştan yapabilirsin çünkü. Bir de böyle deneyebilirsin, bir de öyle deneyebilirsin. Nerede duracağız? “Bu fotoğraf burada bitti” demek ve kendini frenlemek olağanüstü güç bir şey. Tam tersine, bu tarz çalışmalarda çok büyük kolaylık olduğu, iki tane mouse oynatarak yapıldığı zannediliyor. Çok ciddi bir önyargı bu. Üstelik teknoloji geliştikçe durabilme sorunu daha da büyüyor. Fotoğrafa yapabileceğiniz şeylerin sayısı artıyor gitgide. Örneğin son dönemde panoramik yapıştırma çok popüler olmaya başladı. Ben de mesela bunu kullanıyorum şu anda, ama alışıldık panoramalar için değil başka şeyler için. Murat Germen’in Aura sergisinde kullandığı estetik örneğin; bunlar hep dijital platformun getirdiği yenilikler. Fotoğraf zaten ilk andan itibaren bir teknoloji ürünü olduğu için, buna kapalı olmayı ben akıl almaz buluyorum. Kısacası, bu çok büyük bir zenginlik. Gündelik hayatta insanların fotoğrafla kurduğu ilişki de değişiyor sürekli. Bunu da dikkate almalıyız. Fotoğraf üretirken izleyiciye ne geçeceğini önemsiyorsak, gündelik hayatta, facebook’ta, online gazetelerde, paparazzi haberlerinde neler olup bittiğini takip edip insanların fotoğrafla kurduğu gündelik ilişkiyi biliyor olmamız lazım ki, bugüne özgü bir dil oluşturabilelim. İzleyiciyi de yakından izlemeye çalışıyorum o yüzden; izlemek zorundayım. İçerik zaten hayat dönüştüğü için, sürekli dönüşüyor. Benim serilerim pek birbirine benzemez. Tekrarlamaktan da çok korkarım. Günün birinde baktım ki hep aynı şeyleri yapıyorum, bu çok kötü bir haber olur. Zira, benim gündemim değişmiyor, ben bir birey olarak değişim geçirmiyorum anlamına gelecektir ki bu bir faciadır. Teknik becerileri geliştirmekten ziyade hayatla kurduğun ilişkiyi canlı tutmak daha önemli.
Daha çok yaratıcı tarzda fotoğraflar çektiğiniz için soruyorum; belli dönemler var mı, üretme dönemi, beslenme dönemi gibi?
Tabii bunları ayırabiliriz belki de ama fazlasıyla iç içe geçmiş şeyler aynı zamanda bunlar. Mesela son dönemde daha çok müzikle ilgileniyorum. Çok disiplinli bir şekilde çalışıyorum. Müzikle kurduğum ilişkiyi, öğrendiklerimi, müziğin içinde keşfettiklerimi dönüp fotoğrafa da uyguluyorum. Ya da, şu an 50 yaşındayım, geldiğim yaşı çok dikkatle izliyorum. Mesela gelecekle kurduğum ilişki nasıl değişiyor, ailemle kurduğum ilişki nasıl değişiyor, bedenimle ilişkim nasıl değişiyor, korkularım, ölümle kurduğum ilişki falan… bunlar hep değişim geçiren şeyler. Bütün bunları yakından izlemeye çalışıyorum. Dolayısıyla bazı uzun atalet dönemleri olabiliyor, sadece düşünmeyle geçen, sadece beslenmeyle geçen. Ondan sonra çok yoğun bir üretim dönemi oluyor.
Kişisel sergilerin bununla ilgisi var mı? (Çeşitli yerlerde izleyebildiğimiz projeleriniz var ama 2002 yılından beri kişisel serginiz olmamış, neden bu kadar ara verdiniz? Bu bilinçli bir tercih mi, koşullardan mı kaynaklanıyor? Yeni serginizi ne zaman görebileceğiz?)
En son “Bilet” sergisiydi sanırım 2002’de. Çok uzun bir süre oldu gerçekten. Ben de şimdi şaşırdım açıkçası. Uzun bir süre hiçbir şey yapmamış gibi hissettim kendimi. Oysa öyle bir şey yok. Tamamlanmış projeler var, bir tane henüz yayımlanmış kitap var; arada, 2004 yılında kitabım “Bedava Gergedan” var. Ona da bir solo denilebilir. Karma sergilere verdiğim çalışmalar var. Son dönem fotoğrafçılarla olmaktan ziyade -burada olduğu gibi- farklı disiplinlerden gelen sanatçılarla bir araya gelebildiğim sergilerde yer alıyorum. Biraz fotoğrafın dışına kayan işlerim, örneğin kendi bedenimi de bir sanat nesnesi haline getirmeyi denediğim performanslarım var. Bunların ilki 97’deydi, Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği, İstanbul Performans Günleri’ni düzenliyordu. Aslında ilk kez bir fotoğrafçı olarak davet edildim ve bir fotoğraf yerleştirme işi yaptım. Daha sonra tekrar davet edildiğimde fotoğrafla ilgisi olmayan ama performans sanatının yapısına daha uygun bir iş yaptım. “Uyku” adını verdiğim bir çalışmaydı. 3 gün, dah adoğrusu 81 saat uyumadım ve o halimi sergiledim insanlara. Performans sanatı nispeten genç bir disiplin ve biraz deneysel tiyatroyu andırıyor. Ama temel farkı şu: Rol yapmıyorsun, o hale kendini sokuyorsun. Ben de orada uykusuz birini oynamıyorum, gerçekten uykusuzluktan gebermek üzere olan birisiydim. Süreç sadece bir öngörü ile başlıyor ve ne olacağını bilmiyorsun, bütün risklere de açık oluyorsun. Performansın nasıl başlayacağı belli ama nasıl sonlanacağı belli değil. İzleyiciden hemen o anda, sanatı icra ederken reaksiyon alıyorsunuz. Bunu çok değerli buluyorum zira fotoğraf bundan yoksun ne yazık ki. İzleyici icrayı değil, tortuyu görüyor. O yüzden performanstaki karşılaşma çok değerli geliyor bana.
Yıllardır fotoğraf eğitimi alanında da aktif rolünüz var. Fotoğraf öğretilebilir mi? Fotoğraf eğitiminin olmazsa olmazları nedir ve Türkiye’de fotoğraf eğitimi konusunda neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Fotoğraf teknik bir konu olduğu için, haliyle teknik alt yapısının öğrenilmesi gerekiyor. Bunu da küçümsememek lazım. Birçok kişi der ya, sanat eğitimi verilemez, insanda varsa vardır. Tamam bu doğru ama bir yandan da fotoğrafın açıkça insan algısından kaynaklanan, ya da fotoğraf makinesinin, baskı malzemelerinin doğasından kaynaklanan öğretilebilen bir takım kuralları, bir çerçevesi de var. Asgari düzeyde öğretilebilir bir şey fotoğraf. Sayısız teknik var. Ben yıllarca denedim denedim, bu teknikleri repertuarıma kattım. Bunun da yaratıcılığa  çok büyük katkısı olduğunu gördüm. Çünkü fotoğrafı teknikle yapıyorsunuz ve bilmediğiniz bir tekniği hayal de edemezsiniz. Yani, bir fotoğrafı ancak onu üretecek teknikleri biliyorsanız hayal edebilirseniz. Bunun anlamı şu: sizin fotoğraf yaratıcılığınız teknik becerinizle sınırlı. Yaratıcılığı artırmak için teknik bilginizi alabildiğine artırmanız gerekiyor. O yüzden de ister kullanın ya da kullanmayın, fotoğrafla ilgili ne kadar çok teknik, yöntem bilirseniz o kadar iyi. Bu, sizin bir fotoğraf tasarlama kapasitenizi artırır. Onun ötesinde tabii ki gündem oluşturma, bir konuya yorum getirme, hayatı yorumlama, bir kavramı görselleştirme, öğretilebilir şeyler değil. Belki ilham verilebilir insanlara. Bugüne kadar bir sürü yapılmış iş var. İnsan zaten önceki kültürün üstüne bir şeyler inşa ediyor. O yüzden ben teknik derslerde bile bir yandan fotoğraf tarihini anlatmaya çalışıyorum.Kamera gövdesini anlatırken, rangefinder’dan bahsediyorsak hemen Koudelka’nın görüntülerini gösteriyorum. Bu gövde ile başyapıtlar üretiliyor. Niye bu fotoğrafçı gidip SLR kullanmıyor da bir rangefinder kullanıyor ve ortaya ne çıkıyor? Veya net alan derinliğinden bahsederken Ansel Adams gösteriyorum. Bu teknik nasıl bir başyapıta dönüştürülebilir gibi…
Peki Türkiye’de fotoğraf eğitimi yeterli mi sizce?
Türkiye’de yeterli olamaz hiçbir zaman ne yazık ki. Bu da Türkiye’nin ekonomik durumuyla ilgili. Fotoğraf teknolojisinin ne kadar üretilebildiği ortada, üretilemediği daha doğrusu. Bu teknolojiyi üretemeyen bir ülkede, sınırlı imkanlar içinde çalışıyoruz. Mesela bizi çok etkileyen Alman ekolü… Rodenstock objektif kullanıyor, Zeiss kullanıyor, yerli malı kullanıyor. Rahatlıkla sponsor bulabiliyor. Türkiye’de ürünün distribütörüne gidiyorsunuz, o da bu imkanı size kullandıramıyor tabii ki. Ya da aynı ürünü, hem daha fakiriz hem daha pahalıya almak durumundayız vergilerden dolayı. Yaratıcılığınız da teknikle sınırlı olduğuna göre, sonuç belli.
Hem üniversitelerde var bu bölüm ki artmaya başladı son yıllarda, birkaç sene öncesinde iletişim fakülteleri 5 taneydi. bunun dışında MSÜ’de ve bazı üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakültelerinin grafik bölümlerinde veriliyordu. Ama son bir 10 senedir fotoğrafla ilgili bölümlerde çok büyük bir artış oldu. bir bu tarafı var, bir de dernerklerde fotoğraf eğitimi veriliyor. Fotoğraf çekmeye ve fotoğraf öğrenmeye de aşırı bir talep var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çok iyi, çok hayırlı bir şey. Bir ara şunu çok duyuyorduk: “artık eline her fotoğraf makinesi alan, her cep telefonu alan fotoğrafçı oldu”. Ben bunun eleştirilecek bir şey değil, tam tersine sevinilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü ne adar çok kişi fotoğraf çekerse o sinerjiden mutlaka çok iyi fotoğrafçılar çıkacaktır. Veya şöyle söyleyeyim, insanlar bir sergiye gittiği zaman, kendi evlerinde yapabilecekleri şeylerle karşılaşmak istemezler. Herkes fotoğraf çektiği zaman, profesyonel olan bizlere de çok daha iyisini yapma mecburiyeti hasıl oluyor. O yüzden, bu yaygınlaşma kaliteyi yukarı doğru iten, çok olumlu  bir gelişme. Bu kadar büyük bir ilgi olması ve bu kadar kişinin fotoğraf çekiyor olması sektörü de güçlendiriyor, yatırımlar yapılmasını sağlıyor. Bunun sonucunda mesela galeriler, müzeler fotoğrafı önemsemeye başladılar. Fotoğrafın piyasası oluşmaya başladı. Baskı teknikleri gelişti, bir kültür oluştu. Eskiden kapısını kesinlikle fotoğrafa açmayan galeriler fotoğraf sergileri açabiliyorlar. Türkiye’den fotoğrafçıların işleri uluslararası müzayedelerde satılıyor. Bunlar çok çok iyi gelişmeler. Üniversitelerde bu bölümlerin artması da iyiye işaret. Demek ki talep var. Hiçbir özel üniversite gelecek vaadedemeyecekse o bölümü açmaz. Bir talep var ki açılıyor. Ne var ki, teknoloji sürekli değişiyor ve biz de hala 3. dünya ülkesi olmamızdan dolayı, ilk yatırımın ne kadar bir süre idare edeceği ve bunun tekrar hangi sıklıkta yenilenebileceği gibi bir problem var. Okullardaki stüdyoların belli periyodlarda yenilenmesi gerekecek. Bunu da göreceğiz. Şikayet ettiğimiz köhne stüdyolara mı dönüşecekler yoksa yenilenebilecekler mi?
Peki derneklerden söz açmışken, kimse kimseyi beğenmiyor derneklerde. bu son  birkaç yıldır kırılmaya başladı belki ama hala ortak projeler çok fazla yok. sizce neden ? (Bu ortamda dikkatimizi çeken bir konu da dernekler arasında da bir kutuplaşma yaşanması; kimse kimseyi beğenmiyor, çok fazla dernek olmasına rağmen örgütlenme, ortak projelere imza atma konusunda oldukça ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Bunun altında yatan nedenler sizce nedir? )
Fotoğraf okulları yokken Türkiye’de derneklerin üzerinde çok ciddi bir misyon vardı. Ben de yıllarca İFSAK’ta gönüllü eğitmen olarak çalıştım. Anadolu Ajansı’ndan muhabirler geliyordu eğitim almaya. Gidecek başka bir yer yoktu. Ama şu anda akademik kurumlar var. Bu kurumlar kendi hocalarını yetiştirmişken derneklerin de durup kendi işlevlerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Birer sanat kurumu olarak var olmak istiyorlarsa sanat kurumu gibi davranmaları lazım. Yok eğer bir hobi mekanıysa burası, öyle devam etmeleri gerekiyor. Daha sonra da biz dernekleri ciddiye alıp almayacağımıza karar verebiliriz. Bu konuda derneklerin kendi kafaları karışık. Tartışmaların yüzeysel ve sığ tartışmalar olduğunu düşünüyorum. Kamplaşmaların da zaten olması lazım.
Dernekler kendilerini daha düzgün tanımlamalılar. 2 yılda bir seçim yapılıyor, yönetim kurulu değişiyor ve yepyeni insanlar geliyor. Bütün düzen sil baştan değişiyor. Derneğin kimliği, fotoğrafa bakışı oluşamıyor. Zaten belli bir bakış açısından söz etmek mümkün değil. Derneklerin tüzüklerine bakarsanız, 3 aşağı 5 yukarı aynı şeyi göreceksiniz. “Bu derneğin amacı fotoğraf sanatını sevdirmek, yaygınlaştırmak vs.” Bu çok ucu açık bir tanım. Şuna benzetiyorum: bir dernek kuruyorsunuz, adı da “Yazı Sevenler Derneği”. Buraya romancı da gelir, şair de gelir, hattat da gelir, kalem imalatçısı da gelir, daktilo satıcısı da gelir, herkes gelebilir yani. Bunu böyle söylememek gerekiyor. Söz gelimi, “Çağdaş Edebiyatçılar Derneği” deseniz, biraz daraltmış olursunuz. Amatör fotoğraf derneklerinin de kendi varoluş nedenlerini, fotoğrafı hangi çerçeve içinde ele aldıklarını ortaya koymaları gerekir. İnsanlar da buna göre benimser ya da benimsemezler o derneği.
Fotoğrafın akademik kadroları oldukça çok eleştiri alan bir kesim. Akademisyenler de genelde alaylı diyebileceğimiz fotoğraf üzerine lisans eğitimi almadan fotoğrafçı olanları eleştiriyor, hatta çoğu zaman ciddiye almıyorlar. Bu kamplaşma hakkında düşünceleriniz?
Bu da çok klasik bir çatışmadır ama Türkiye’de o kadar vahim bir duruma gelmedi, zira hala çok fazla alaylı var eğitim kadrolarının içinde. Ben de onlardan biriyim ve o kuşak hala eğitim veriyor. Türkiye’de fotoğraf okulları kurulduğu zaman büyük bir problemle karşılaşıldı. Hoca kim olacak? 1-2 kişinin dışında, fotoğraf eğitimi almış kimse yoktu. İster istemez haber salındı, sen ders verir misin, sen gelip birşeyler anlatır mısın diye… Bana da bu şekilde soruldu, hoca olur musun diye. Ve iyi bir hoca olduysam eğer, tesadüfen olmuşumdur. Benim bir eğitimci vasfım yok ki; ben nihayet bir fotoğrafçıyım. Birçok insan da öyleydi. Bizden sonraki kuşak, bizim yetiştirdiklerimizden üniversitede kalmaya karar verenler oldu. Yani bu kurumlar kendi hocalarını yetiştirdiler ama bizim kuşak da hala ortalıkta. O yüzden, ister istemez bir uzlaşma var. Birçok öğretim görevlisi hem dışarıda iş yapıyor hem okulda ders veriyor. Hem alaylı, hem mektepli. Böyle olması da iyi, çünkü bir fotoğraf hocasının sahadan tamamen kopması çok tehlikeli, hızlı dönüşen bir alan olduğu için. Ama şu var, fotoğrafa bakış açısıyla ilgili kişisel çatışmalar üniversitelere de sıçramış durumda. X üniversitesi daha klasik bir fotoğraf anlayışını savunurken bir başkası daha güncel ve modern, daha elektronik bir ideoloji empoze etmeye çalışıyor. İstanbul’da bu çok daha belirgin ve birbirlerini aşağılıyorlar falan bu da çok yanlış bir şey.
2000 yılında yayımlanmış bir yazınızda “Ülkemizde çağdaş sanatta fotoğraf kullanımı konusunda yetkin olanlar fotoğrafçılar değil, başka disiplinlerden gelenler. Ya da öyle sayılıyor. Öyle ki, bir fotoğrafçı, fotoğraf dünyasındaki genel trendlerin dışına çıkıp çağdaş sanata benzer bir iş yaptığında bile çoğu kez dikkate alınmıyor, bir mucize olup kabul gördüğünde ise fotoğrafçının fotoğrafçılığından şüphe ediliyor. En başta da diğer fotoğrafçılar tarafından.” diyorsunuz. Sizce Türkiye’de, geçen 10 yıl zarfında bu noktada bir gelişim-değişim yakalayabildik mi, önyargılarda biraz kırılmalar oldu mu?
Evet, plastik sanatlar dünyasıyla daha düzeyli ilişki kuran birkaç kişi bunun ötesine geçebildi. Çok sevinerek söyleyebilirim ki bu birkaç kişiden biri de benim. Böyle birkaç kişi var, fotoğrafçı olduğu halde çağdaş sanatın içinde de yerini koruyan. Ayrıca, resim kökenli ya da başka bir alandan gelip fotoğraf kullanan sanatçılar var. Onların da bir kısmı kendi fotoğraf çekmiyor bir profesyonel fotoğrafçıya sipariş ediyor. Nasıl ki heykeli bir demirciye ya da bir dökümcüye yaptırabilirseniz, onun gibi. Ama bir yandan da fotoğrafın tekniklerini hem  çok iyi kullanan hem de plastik sanatlardaki gibi düşünebilen sanatçılar ortaya çıkmaya başladı. çünkü hem işçiliği çok etkileyici, hem fikir düzgün. Bienalin çok etkisi oldu. Belli küratörlerin katkısı oldu. O yüzden, sözünü ettiğiniz yazımda değindiğim problem bugün çok daha az.
Murat Germen’le çok uzun yıllardır ortak çalışıyorsunuz gibi, nedir sizi bir araya getiren ve bir arada tutan?
Biz Murat’la 96 yılında ortak bir sergide yer alarak tanıştık. Ondan sonra çok bağlandık birbirimize. Meselelere bakış açımız, fotoğraf dünyasıyla kurduğumuz ilişki, kendi dünyalarımızı dile getirme ve paylaşma yöntemlerimiz çok uyuştu. Birbirimizi çok iyi tamamladığımızı ve birbirimize çok şey kattığımızı düşünüyorum. Çok uzun süredir devam eden ve şu anda İstanbul Modern’in evsahipliği yaptığı Çağdaş Fotoğraf Serileri başlıklı bir söyleşi dizimiz var. Öncesinde çok az çalıştığımız halde, 2 saat boyuca adeta önceden provası yapılmış gibi sorunsuz akan bir dialog oluyor. Birbirimizi tamamlıyor, emniyet duygusu veriyoruz. Biraz aykırı, biraz farklı işler yapan insanlar çok tepki görüyor ve bu tepki bazen o kadar yoğun olabiliyor ki şüpheye düşebiliyorsunuz “ya acaba ben gerçekten yanlış mı düşünüyorum,” diye. Ama yakınınızda işlerinizi, düşüncelerinizi konuşabildiğiniz, tarafsız bir göz olduğu zaman iş değişiyor. Benim için bu insan Murat Germen. Birbirimize çok önem veriyoruz. Umarım hep böyle gider.
Yakın zamanda kişisel bir projeniz var mı?
Üzerinde çalıştığım, tamamlanmak üzere olan bir seri var: “Kusursuzluk Zaman Alır / Bir Gün Çok Güzel Olacağım”. Bu kış sergisini açmayı umuyorum. Bir mikrokozmoz birşey, bakteriler dünyası. Çıkış noktası şuydu, insanlarla konuşurken şunu soruyorum: “Besin zincirinin en tepesinde hangi canlı var?” Aldığım cevap genelde “insanlar” oluyor. Bunu, insanın fazlasıyla kibirli olmasıyla açıklıyorum. Bizim alt edemeyeceğimiz, kendimize yem edemeyeceğimiz hiçbir şey yok gibi bir bakış açısı. Oysa sen de bir yemsin ve o minnacık bakteri de sonunda gelip seni yiyecek. Zannettiğimiz kadar güçlü de değiliz, ama bir yandan çok da kibirliyiz. Bir hayvan olduğumuzu reddediyoruz. Sofrada yemek artıklarından bir an önce kurtulma çabasının temelinde, bize hayvan olduğumuzu hatırlatmaları var bence. Diğer benzer bir alan da cinsellik. Bu iki alanda, büyük bir kültür oluşmuş durumda, hayvan olduğumuz gerçeğini reddetmeye yönelik. Her iki alanda da işin bittiği zaman kalan artıklar bu gerçeği inkar etmeni zorlaştırıyor. Bu inkar ilgimi çekiyor. Fotoğraflarda da, biraz zaman verirsen senin için çöp olan şeyin bakteriler için müthiş bir ziyafete, süslü bir ziyafet sofrasına, kusursuz bir yapıya dönüştüğünü göstermeye çalışıyorum.
Fotoğrafın izleyicide oluşturduğu “serbest çağrışımlar”la yetinmek istemediğiniz için metinlere de başvurduğunuzu belirtiyorsunuz. Fotoğrafı yazıyla desteklemek, belge ve haber fotoğraflarında olmazsa olmazlardan biri diye düşünülür. Peki kavramsal fotoğraflar için, yazı olmadan fotoğrafın diliyle bir şeyler anlatmak mümkün mü sizce?
Fotoğraf bir kaygan zemin. İzleyicinin imge sözlüklerini kullanıyorsunuz. Bu da tarihe ve coğrafyaya bağlı olarak değişen bir şey. Dediğiniz yapılabilir, ama ancak çok spesifik bir toplum için ve belli bir dönem için. Sonrasında, bunun da kayıt altına alınması gerekir, bu dönem bu böyle algılanıyordu diye. Ben pek şansa bırakmak istemiyorum. O yüzden belli bir algıyı, belli bir sınır içinde tutmak istiyorum. Tek yapılabilek şey bir metin yazmak. Bu da bir sergi metni ya da fotoğrafa verilen bir isim şeklinde bile olabilir. Zaten öteden beri yapılan bir şey. Görüntü ve sözün bir arada olduğu sinema gibi, tiyatro gibi, grafik gibi bir çok mecra var. Çok da şaşırtıcı değil ama nedense yadırganıyor, genelde de şöyle algılanıyor: sen sözcüklere başvuruyorsan yeterince iyi bir fotoğrafçı değilsin demektir. bunlar maharetle ilgili şeyler. benim “bakın ne kadar iyi fotoğrafçıyım” gibi, böyle bir şey gösterme derdim yok. benim sözümü söylemem önemli yoksa benim maharetimi ortaya koymam değil. şunu da söylüyorum, fotoğrafçılar benim işlerimi eleştiriyorlar kimi zaman yöntemlerimi yaklaşımımı, ama ben zaten diğer fotoğrafçılar için iş yapmıyorum ki. yapmamalıyız da, bir birimizin işine çok tarafsız da bakamayız, hepimiz fotoğrafçı olduğumuz için bir mesleki deformasyon içindeyiz. ben olsam nasıl yapardım diye bakmak kaçınılmaz oluyor. ben o yüzden, fotoğrafla daha gündelik ilişkisi olan insanlar nasıl algılıyorlar, buna daha fazla önem veriyorum. bu metinlere kızıyorlar mı, seviniyorlar mı, bu beni daha çok ilgilendiriyor. çünkü zaten onlar için yapıyorum ben.
Size yöneltilen en iyi en kötü eleştiriler nelerdir? (Kimliğiniz, duruşunuz ve söylemlerinizle fotoğraf dünyasının “aykırı” isimlerinden biri olduğunuzu söyleyebilirim. Doğal olarak pek çok eleştiriye de maruz kalıyorsunuzdur. Bu kapsamda aldığınız en iyi ve en kötü eleştiri? Size yöneltilen eleştirilerle ilgili düşünceleriniz?)
En iyi eleştiri değil de, en güzel iltifat diyelim. Hayalet Gemi dergisinde yer almış olan, metin ve fotoğrafların birarada olduğu çalışmalardan oluşan bir sergi açmıştım 1999 yılında. Serginin açılacağı gün, bir hanımefendi salona girdi. Sergi daha açılmamıştı ama duvardaydı işler, biz de engel olmadık. Sergiyi gezdi, sonra yanıma geldi. “Sizin serginiz mi?” dedi, “Evet” dedim. “Tebrik ederim, elinize sağlık” dedi, “ama şimdi benim gidip biraz dinlenmem gerekiyor.” Sonra, dalgın dalgın gitti. Bugüne kadar çalışmalarımla ilgili bana söylenmiş en güzel sözlerden biri budur.
Bir kere de Ankara’da bir sergiden bir işim çalınmıştı. Çok büyük bir iltifattı. Bir insanın o fotoğrafa sahip olmak için suç işlemiş olması, güvenlik görevlileri olan bir yerden fotoğrafımın kaçırılması harikaydı.
Onun dışında çok ağır eleştiriler de oldu, oluyor. Benim fotoğraftan anlamadığım, hatta vatan haini olduğum bile söylendi. Sırt sıvazlamak vatanseverlik gibi algılanıyor.
Türkiye fotoğrafı diye bir şey var mı sizce? (Türkiye’deki fotoğraf ortamı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Türkiye fotoğrafı diye bir kavram var mı? Eksiklerimiz neler sizce?)
Oluşuyor. Henüz tam anlamıyla yok. Olması da şart değil aslında. Bir ara buna da koşullandık, Çek fotoğrafçılığı, Fransız fotoğrafçılığı gibi, o ülkenin fotoğrafçılarının bir kimlik oluşturması gerek diye düşündük. Ama belki de gerekmiyor. Bence gereksiz bir çaba. Kendiliğinden olursa olur bu, olmuyorsa da fotoğrafçıların bir araya gelip yapabileceği bir şey değil. Ama Türkiye’de üretilen fotoğraf, dünyada hissedilmeye başlandı. Hatta yakınlarda Amerika’da bir galeriye Türkiye’den bir dizi karma sergi önerisi götüren genç arkadaşlar oldu. Türkiye’den önerdiğimiz fotoğrafçıların iyi durumda olduğunu, dünya standartlarında olduğunu görebiliyoruz ama aynısını resim için söyleyemiyoruz bunu fark ettik dediler.
Kendinizi fotoğrafçı vs. diye tanımlıyorsunuz. Bu “vs.”yi açarsak; akademisyen, fotoğraf editörü, yazar, radyo programcısı çevirmen, müzisyen gibi sıfatları da taşıyorsunuz. Fotoğrafçı’dan sonra ikinci sırayı hangisine verirsiniz?
Şu anda müzik. Bir müzisyen olduğumu asla söyleyemem, söylemem. Amatörüm. Ama fotoğraftan sonra hayatımda en fazla ilgiyi ve zamanı alan ve masrafa yol açan şey şu anda müzik. Bu soruyu 5 sene önce sorsaydınız yazmak derdim. Ama şu anda müzik onun önüne geçmiş durumda, profesyonel olmadığım halde. Üçüncü sırada da demek ki yazı geliyor.
Klasik gitar çalışıyorum ve mızraplı tambur öğrenmeye başladım. Özellikle tambur beni çok farklı bir dünyaya sokmaya başladı, o yolda tanıdığım insanlar, o müziğin felsefesi, hatta o felsefenin yol açtığı çalgı tasarımları, çalgı ile kurulan ilişki çok başka.
Şu anda burada açılan “Kimlikler Lütfen” sergisinin amacı nedir?
Bu yılın başlarında, farklı disiplinlerden sanatçıların bir arada olduğu başka bir sergi projesi nedeniyle tanıştığım genç sanat tarihçisi ve küratör Fırat Arapoğlu, Cer Modern’den bir sergi teklifi aldı. Tema, kimlik ve farklılık. Sergide tek fotoğraf kökenli sanatçı benim. Başka disiplinlerden gelen, çok farklı malzemeler kullanan sanatçılar var. Böyle buluşmaları seviyorum. Her sanat disiplininin üstünlükleri ve zaafları var. Fotoğrafla yapabileceğiniz süper şeyler var, asla fotoğrafla yapamayacağınız şeyler de var. Bu tür karma sergiler ve başka sanatçılarla birlikte çalışmak bana bunu öğretiyor. Bir sözüm varsa hayata dair, bu fotoğrafla anlatılabilecek bir şey mi acaba, yoksa başka mecralara da taşımak gerekli mi? Ben fotoğrafçıyım diye her şeyi fotoğrafla söylemeye çalışmıyorum. Bir video uygun olabilir o söz için ya da bir obje, ya da bir deneyim yaşatırsınız izleyiciye, bunu öyle anlatırsınız. Bu insanlarla çalışırken onların malzemelerinin gücünü veya zaaflarını da görme şansım oluyor. Fotoğrafçılarla bir arada olmaktansa başka disiplinlerden gelen insanların arasında olmayı tercih ediyorum. Bu, fotoğrafçılardan hoşlanmadığım anlamına gelmiyor. Yalnızca, fotoğrafçılardan alabileceklerimi sanırım yeteri kadar aldım bugüne kadar.

Leave a comment